Bekledim… Baktım ki geldiğin yok… Dedim hele şuna bir mektup yazayım… Hâlimi anlatıp, “Gel!” diye yalvarayım… De hele, neye gücendin? De hele, niye bıraktın beni?
Hakkını veremedim hiç tamam… Bir zamanlar hiç unutmazken buluşacağımız vakti, sonraları unutur oldum… Bazen yük geldiğin oldu bana… Seni beklerken, eski heyecanım kalmadı… Sana aşkla bakamadım… Seni ilgisiz bıraktım… Ettim bir eşeklik! Ama be canım, ne demeye uydun sen bana! Ne demeye çekip gittin!?
Gerçi, haksız değilsin… Ne desen, ne etsen haktır bana… Oyalanmazsın elbet ben gibi dökük bir handa… Herkes gibi sen de pek, sağlam yerler ararsın… Çürükle halvetlikten, elbette hoşlanmazsın… De ki mecnûn ararım, beni unutmayacak… Benimçün işin gücün bir kenara koyacak… Ne diyeyim, doğrudur, gün geldi, işim için seni ihmal ettim.
Bilenler, farzını, sünnetini, hükmünü anlatıyor… Edebinden bahsediyor. Seni huşû ile ifâ etmekten, sana dalıp, dünyayı unutmaktan bahsediyor. A canım, ben ne anlarım o işlerden… Ben senin az biraz huyunu bilirim o kadar. Ve sanırım, huyuna suyuna gidemedim…
Az biraz dedimse, küçümseme!.. Aslında tanırım seni… Bilirim ne nazlı olduğunu… Bilirim incelik beklediğini… Şimdi, aramızda yabancı yok, bak, hadi söyle, niye bıraktın beni?
Derdin ki bana, abdestini al… Güzel elbiselerini giyin… Kokularını sürün… El âleme giderken süslenmeyi biliyorsun! Hadi, benimle buluşacağında da şık ol… Ama ben, bazen pek güzel geldim sana… Bazen pek darmadağın… Acep diyorum, bu mu zoruna gitti? Kılığımı kıyafetimi, kokumu mu beğenmedin? Hani suyla, sabunla, miskle gidermeye çalıştım da, yine de o hassas burnun, kalbimdeki necâsetin kokusunu aldı, beni ondan mı terk ettin?
İsterdin ki, buluşacağımız yer tertemiz olsun… Ne bileyim, temizdi zannederim… Öyle pek sevmem iş yapmayı bilirsin… Ama be canım; toz, necâset değil ki… Yine de, acep diyorum, ona mı gücendin?
Ört derdin… Ört kendini… Tek teli görünmesin saçlarının… Topuklarını kapatsın çorapların… Bana edeple gel… Nizamla gel… Ama ben, üşendim bazen, çorap giymeye bile… Bazen, özensiz olurdu başörtüm… Yoksa, buna mı içerledin?
Yoksa hiçbiri değil de… Sana hakkıyla yönelemeyişim mi üzdü seni? Yönümü, bir silüet olarak sana dönmüşken, aklımın nice başka yönlere koşturması mı zoruna gitti… Hani, sana doğruymuş gibi dururken, aslında, nice yerlerde gezinir gelirdim… Bedenim seninleyken, kalbim, ruhum, dolaşır dururdu uzaklarda… Seninle hemhâl olmuş görüntümün altında, nice keder, nice şüphe, nice vesvese yaşayışım mı mâlûm oldu ki, bırakıp gittin?
Nazlım! Yoksa, dediğin saatte gelmediğim için miydi sitemin? Hani, sana yönelmem gerekirken, işlerimi bitirmeye çalıştığım, hattâ bazen, seni her şeyden sonraya bırakıp mahzun ettiğim zamanların acısını mı çıkartıyorsun? De hele, ne olur! Tâ ezelden verdiğim: “Vaktinde gelmek” sözünü tutamadığım için mi kırıldın? Tamam haklısın… Vakitli olursa güzeldir, her iş… Ve elbet sen, vaktinde hazır olunmaya pek lâyıksın…
Ya da belki, o firâsetli gözlerinle, kim bilir nasıl derûnuna baktın da, gördün, kalbimin harap vaziyetini… Hani, sana niyetlenirken dilimle, kalbimin nasıl da başka başka arzulara dalıp gittiğini fark ettin… Ne bileyim, belki, sana niyet ederken, nice gaflet yaşadı da kalbim, riyaya, kibre sürüklendim, bunun için terk ettin…
Ah be nazlım! Ne yapayım, kalbimin bir ipi yok, ki tutsam da çeksem, uzağa kaçtığı zaman… İşte, sana bunları yazarken bile, sırf gidişinin değil, başka düşlerin kederiyle içi yanmada… Ne yapayım ki, sadece sana değil, bu sebeple, kalbim herkese yaban kalmada…
A nazlım! Sana niyetlenip de, başkalarına dalışım üzdüyse seni… Sende gibi görünüp de, uzaklarda oluşum üzdüyse, ne diyebilirim?
Ama kim bilir, belki de, seninleyken, dünyayı ellerimin arkasında bırakamayışımdan rahatsız olmuşsundur. Başım secdede iken, az mıydı sanki, kaybettiğim bir eşyayı düşünmelerim? İsterdin bilirim… Seninleyken, bütün kâr-zarar hesaplarından sıyrılıp, sadece sana bakayım, bakışlarınla sarhoş olayım isterdin… Seni seveyim, o kadar ki, sana durmuşken, ne sağımı, ne solumu göreyim… Hani, aşkın gözü kördür derler… Bilirim sana aşk ile durmamı beklerdin.
Kim bilir ne de çok özlüyorsun, sahabenin kıldığı o namazları… Hani, baldırlarına bir ok saplansa, kendilerini unutmak için sana niyetlenir de… Okun çıktığını hissetmezlermiş bile… Ah be nazlım! Şimdi âhir zaman bilmez misin? Bilmez misin ki, imanımız elimizde kor gibi durmada! Zaten o kor dahî hikâye! Zaten her şeyim şüpheli, her hâlim defolu! Ne olduğum belli değil zaten! Sırası mıydı yani, bir de sen bıraktın gittin!?
Belki de, sadece sendeyken ayakta durup, haksızlıklar karşısında pısmışlığımdır, seni kızdıran… Hani, sendeyken, başım, sırtım dimdik kıyama durup, sağda solda ezilmekte olan nicesi için, parmağımı bile kımıldatmayışıma kızmışsındır belki… Öyle ya… Kıyam, sadece senin bir parçan olarak kalmamalıydı. Tüm hayatıma yayılan ve cesurca, haksızlıklar karşısında da dimdik durabilmemi sağlayan bir idman olmalıydı. Kıyam… Evet ya… Kıyamı sadece sana mahsus bir basit harekete dönüştürüp, korkaklığa ve yılgınlığa düşüşümden rahatsız olmuşsundur belki… Nefsimin azgınlığı ve yersiz istekleri karşısında da… Şeytanın fısıltıları karşısında da kıyama geçebilmeliydim… Tabi yaa… Seni, bütün hayatımı kaplayan bir sevda gibi yaşayamadığıma içerledin!
Ya da, belki sadece dilde kalan duâlarımdı seni üzen… Doğru düzgün hissetmekten geçtim, anlamlarından bile gâfil olduğum âyetleri, sadece, ağız alışkanlığıyla, hızlı hızlı okuyup da, bunu da okumadan sayışıma mı bozuldun? Ki dile gelişleri bile yarım yamalak, eksik gedikti… Hâlbuki Hak’la konuşmak olmalıydı, sende okumak! Bulaşık yıkarken türkü mırıldanmaya benzememeliydi. Ne yalan söyleyeyim, çoğu zaman, sendeyken alamadığım hazzı, bir türkü söylerken hissettim. E tabiî bakmazsın yüzüme! Ben sana âşık olamadım!
Eğildim… Kıyamlarımın beni dik başlı yapmaması için, eğilmemi öğütlerdin çünkü. Yoksa, diyorum, rukûlarda söylediğim o, “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm”lerin içi mi boştu ki? Hani hem, O’nun bütün eksikliklerden münezzeh bir güç olduğunu söyleyip, hem de yine O’nun yaptıklarında kusur buluşlarım mıydı seni küstüren? Öyle ya, mademki eksiklikten münezzehti, her yaptığı da mutlaka, bir sebeple, bir hikmetleydi… Sabredemeyip, şikâyet ettim. Bel çalıştırmaktan ibaret bir beden hareketinden öteye geçmeyince… Ubûdiyete götürmeyince rukûlar beni, dedin ki belki: Boşa kürek sallıyorum, burada vakit kaybetmeyeyim!
Âhh, neler neler geliyor aklıma… Yoksa diyorum, alnım yere değmişken, aklım havada olduğu için mi darıldın? Kalıbım, sevgilisinin ayaklarına kapanmış, mahcup ve yanık birininkini andırırken, kalbim, ukalaca ve âsice çarptığı için mi? Hani “Subhâne Rabbiye’l-A‘lâ!” sözleriyle yüceltirken Rabbini, bir yandan, o en Yüce’nin râzı olmayacağı laflar edişine mi kızdın dilimin? Âhh, o dil var ya, o dil! Kemiği yok işte mübâreğin! Hem canım, sen ne diye takıldın ki, o densize?!
Ya da ona takılmadın da belki, yerinde duramayan, jet hızıyla bir çukura, bir zirveye gidip gelen hâllerimdi seni üzen… Ânı yaşayamadım doğru-düzgün, evet… Sadece, anlık yaşadım her şeyi… Samimiyet ve istikrar bekledin… Veremedim…
Selamlarım, Kirâmen Kâtibîn’e idi ama… Beş vakit selam verip, yine de onların varlığından gaflete düşüşümdü belki, gidişinin sebebi… Her yaptığımı… Ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı yazan… Her söylediğimi… Ve söylemem gerekirken sustuklarımı yazan… Her kaçtığımı… Ve kaçmam gerekirken yakalanıp kaldıklarımı belgeleyen o yazıcılar mı şikâyet etti beni sana? Bilmiyorum ki…
Şimdi söyle! Sıradan bir kumaş parçası, işe yarar bir elbise olana kadar, kaç iğne darbesi alıyor, kaç kez ateş altına yatıyor bilir misin?! Sitem yüklü gidişini, hasret çektirişini, işte buna yoracağım! Zira, sen benimleyken, ben benimleydim. Seni benden ötürü zannederdim. Ben sana sahibim, sen bana tâbîsin sanırdım… Meğer ben, başıma bile sahip değilmişim nazlım! Meğer tâbî olmak öyle kolay mesele değilmiş! «Kıldım» demesi kolay da seni… «Kılması» zor imiş…
Diyorlar ki: O gittiyse gelir… Sen ondan gittiysen, seni beklemededir… Ben işte burada, eli-kolu kırık, gücü bitik, kendine pek yenik ve ezik bir hâlde, gelişini bekliyorum. Bir yere gitmedim… Şimdi, dersin ki belki, ben seni nasıl duyayım, uzaklara gittim, seni terk ettim…
İnanmam be güzelim! Hissediyorum, yakınlarımdasın… Sana bunca ihtiyaçlıyken, seni bunca dibimde hissederken, Fîzan’da olsan ne çıkar?
Bilmem mi seni! Terk etmiş gibi yapıp, beni peşine düşürmek niyetin… Ama işte… Peşine düşüp de yakalayacağımı ve seni hiç bırakmayacağımı söyleme zamanlarım gerilerde kaldı. Büyük konuşmamayı öğrendim. Anladım ki, sen benim hakkıyla beklemeye ve karşılamaya güç yetiremeyeceğim, ancak, bana lûtfedilen ve şükründen âciz kaldığım bir nimetsin… Emirsin… Boynumun borcusun… Fakat o kadar miskin ve öylesine fakirim ki… Vallahi, senden ancak, âmirler âmiri seni bana hediye ederse, istifade edebilirim. Hakkında, “Ben namaz kıldım!” demekle, ancak gafletteymişim. Bütün hayatıma yayılmayan kıyamlar, kıraatlar, secdeler ve rukûlardan ötürü, seni de sahte etmişim.
Şimdi, işte tüm bunlara rağmen, gel!.. Ben böyle çürükken, sen sapasağlam lûtfet, bana kendini… Ben böyle hastayken, sen sıhhatle lûtfet seni… Ben yaşayan bir ölüyken, sen, dipdiri, capcanlı ve coşkulu bir âşık gibi, bana gel! Hakkını veremeyeceğimi bil, râzıysan gel! Yok, işte ne yapayım, yok, sarhoş olamıyorum! Ben böyle yarı ayık ve kayıkken, sen mest ü hayran ol, bana rağmen bana gel! Ben eksikken, bütün varlığınla sen koş bana… Zira “Ben” sana koştuğunu zannedince, burnu havaya dikiliyor. Burnumu sürtercesine utandır da, tüm pişkinliğime karşın, hadi, gel! “Ben” i beklersen, işte, dokuz canlı bir nefisle, keçi gibi inat edip, ayak diremede! Yahu ne olur ki, uyma da ona, yola çık, gel!
İşte dedim diyeceğimi! Daha bundan sonra da uğramazsan, senden sorsun hesâbını! A benim nazlım! A benim niyazlım! Sana, “Gözümün nûrudur” diyenin hatırına, yalnızca beş vakit değil, ah keşke, vakitli vakitsiz, çat kapı çık gel! Yetsin artık, küskün durduğun bana…
Hem, beni sakın cehennemle korkutma! Yokluğun zaten yangın! Yokluğun zaten musibet! Cehennemden kurtulayım diye değil! Hem bırak, isteyenine kalsın üstelik cennet!! Çok naz, âşık usandırır derler… “Gafil Ben”in zaten canına minnet… Ne olur, uzatma artık hasreti… Ne olur, insâf et!
Gel! Mâbudun aşkına çık gel! Kucaklaşalım…
alıntıdır….
Bu mesaj, m1gin tarafından, 13.06.2009 15:32:44 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Prof. Deuch: Müslüman olmasanız da namaz kılın! (Aziz Üstel-Star Gazetesi)
Geçenlerde Profesör Doktor Leonard Deuech’un bi kitabı elime geçti. Daha önce adını bile duymamıştım. Ama uzun yaşamdan, sağlıkdan, inancın yaşamdaki yerinden söz ettiğini gördüm şöyle bir karıştırınca.
Kitabın 117’nci sayfasında şunu diyor ruh bilimci Prof Deuch:
‘Dünyada yapılan bütün araştırmalar, eklem ağrıları, kalça kemiklerinde ve kaslarda ortaya çıkan sorunların en az Müslümanlar’da görüldüğünü belirtiyor. Bunun nedeni de namaz. Çünkü namaz kılarken yaptığınız hareketler vücudunuzun çalışmasına, kasların güçlenmesine ve iç huzura kavuşmanıza neden oluyor... İç huzur da birçok hastalıkla başa çıkmak için birebirdir... Onun için, namaz kılmayı öğrenin. Müslüman olmasanız da ibadetinizi yaparken, namaz kılarak yapın... Ben, Katolik olmama rağmen 15 yıldır namaz Hazreti Muhammed’e de, Hazreti İsa’ya ettiğim gibi dua ediyorum. Yaşım 73. Bugüne değin ne bir eklem ne bir kas ağrısı çektim. ‘
İlginç bir gözlem... Elbette biz Müslümanlar için Namaz kılmanın nedenleri jimnastik yapmak ya da spor salonlarına para ödememek değil! Ama bir Katolik’in bu gözlemleri bile, bundan 1400 yıl önce başlayan bir uygulamanın ne denli akılcı ve insanlar için yararlı olduğunu gösteriyor.
İnancın insan yaşamındaki yerine gelince: Ben kim olursanız olun, inançsız insanı meyve vermeyen bir ağaca, çiçek açmayan bir bitkiye benzetirim.
En mutlu anınızda Tanrıya şükredersiniz...dara düştüğünüzde ondan medet umarsınız...sonra da varlığını yadsımaya değin götürürsünüz işi ya, neyse
Epikür Felsefesi, ‘ her gününü son gününmüş gibi yaşa...böylece bir yaşam boyu son günlerin olur..’ der. Bu, vur patlasın çal oynasın diye diye, salt kendinizi düşünerek yaşayın demenin yaldızlı bir tanımlamasıdır, o kadar! İnanç sizi ayakta tutan, bir çok güçlüğe karşı koruyan bir kalkandır aynı zamanda.
Bilmem aynı fikirde misiniz?
Aziz Üstel
27.04.2009
|
Amerika’da New York’ta, bir Türk camii vardır. Yıllar evvel, uzun bir aramadan sonra, Cuma namazı için o camiye gittim. Aklımda hep şu vardı: Burası İslam ülkesi değil, insanlar belki de Cuma namazı için yeterli sayıyı bulamayabilir. Sokaktaki insanların günlük yaşantılarında ve iş hayatlarında İslam’ın neredeyse “i”sini bile mumla aradığı New York’ta, Cuma’dan kaytarılabileceğine kendimce hüküm vermiştim.
Neyse… Bu düşüncelerle camiye geldim ve Cuma’nın sünnetini kıldım. Derken hutbeyi dinledik ve farza kalktık. Ben imam efendinin arkasında, ikinci sırada saf tutmuştum. Birinci rekâta kadar her şey normaldi. Secdeden ikinci rekâta kalktığımda, etrafımdakileri hayalî bir şekilde görebiliyordum. Sanki bir sis bulutu arkasındaydılar. Sonra önüme baktığımda, Kâbe-i Şerifi gördüm. Namazı Resulullah (s.a.v.) kıldırıyormuş. Ben en arka safta olduğumu fark ettim. İleri gitmek istiyordum, ancak namazda olduğum için hareket etmemem gerekiyordu.
Sonra olayın ciddiyeti içimi doldurdu. Boğazım düğümlendi, hareket edemiyordum. Heyecandan burnumdan ve ağzımdan akan sularla, gözlerimden dolu dolu akan yaşlarla, ayakta iki büklüm çakıldığımı hatırlıyorum. Az sonra bayılmış olmalıyım ki, sonrasını hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde namaz bitmişti. Herkes başıma toplanmıştı. Beni yere yatırmışlar ve yüzümü gözümü temizliyorlardı.
M. Yasin Umur
Kiev, Ukrayna.
|
Üniversitede okuduğumuz, 80'li yılların ortasıydı. Zeytini sayarak yediğimiz, merdiven altı farelerin cirit attığı bir evde 2-3 öğrenci yaşamaya çalışıyorduk. Bu şartlar altında olmayan harçlığımızın en az üçte birini kitaba veren, idealleri olan, namazlarını kılan bir grup arkadaştık. Bu halimizi gören bazı namazsız arkadaşlarımız bizlere yakınlık duydu, bizlerle görüşmek konuşmak arzularını dile getirdiler.
Namaz kılmayan arkadaşlar zaman içerisinde kitaplığımıza ilgi gösterdiler, kitaplarımızdan okudular, kafalarında soru işaretleri oluştu. Ancak o zamanın popüler konuları maalesef başkaydı. İmanın temel konuları hiç konuşulmuyor, namaz alışkanlık gereği kılınıyordu.
Başörtüsü memleketin en önemli sorunuydu; şimdi olduğu gibi. Dinin bireye yüklediği temel yükümlülüklerden ziyada afakî meselelerle uğraşmak nefse hoş geliyordu. Tasavvuf modası geçmiş ağza bile alınmaması gereken bir kelimeydi. Kur'an’ın ancak mealinden okunduğu, Arapça metin okumanın anlamsız kabul edildiği bir zamandı. Sabah namazlarına kalkmak arkadaşlarımızın çoğunda pek görülen bir şey değildi. Hatta tebliğ faaliyetleri namaza engel oluyorsa, namaz kazaya kalıyordu.
O dönemde ben diğer arkadaşlardan farklı olarak namazlarımı düzenli kılmaya çalışıyordum. Sabah namazlarına kalkmak için küçük çalar saatime bağladığım bir düzenekle teyp açılıyor, Mustafa İsmail'in Lokman Suresini okuduğu kaset dönmeye başlıyordu. Arkadaşlarımı ne kadar zorlasam bir türlü namaza kaldıramıyordum. Zaman zaman sabah namazından sonra Kur'an’ı açıp okuyordum. Bu süreçte yeni katılan arkadaşlarımdan birinin beni sürekli izlediğini yıllar sonra öğrenecektim.
Böylece öğrenciliğimiz sona erdi, yavaş yavaş herkes memleketine gitmeye, kendine hayat kurmaya başlıyordu. Ayrılırken, benim namazımdan etkilenip namaza başlayan bir arkadaşımla seccadelerimizi değişmiştik.
Aradan yıllar geçti. Zamanla arkadaşlarla bağlarımız zayıfladı, birkaç yılda bir telefonla görüşür olduk. Bu dönemde kimin nasıl gelişme ya da gerileme kaydettiğini bilmiyordum. Ancak ben yaptığım işin yoğunluğu ve girdiğim sosyal ortamın zorlamasıyla yavaş yavaş namazlarımı aksatmaya başlamıştım. Bir süre sonra sabah namazlarımı hiç kılamaz hale geldim. Zaman geçtikçe gençliğimizde eleştirdiğimiz Ramazan Müslümanına dönüşmüştüm.
Yıllar böylece geçti, yaşım 40'a yaklaşıyordu, yüklendiğim dünyevî sorumluluklar bir tarafta, dinî hassasiyetlerimi neredeyse kaybetmiştim. Bir vesile ile yıllardır görüşmediğim bizlerin Müslümanlığına bakarak dinle ilgilenen, beni takip eden arkadaşımı evinde ziyaret ettim. Arkadaşım aşktan, Allah'tan, Allah aşkından bahsediyor, imanın ancak aşkla elde edilebileceğini söylüyordu. Namaz vakti geldiğinde arkadaşımdan utanarak o namaz kıldığı için bende kılmak zorunda kaldım. Ancak namaz kılmak için serilen iplikleri çıkmış, lime lime olmuş seccadenin yıllar önce bana ait olan seccadenin izlerini taşıdığını gördüm. Acaba bir seccade nasıl bu kadar yıpranabilirdi?
Evliya menkıbelerinde rastlanılan bir şeyi 20. asırda yaşıyordum. Bir yandan kendimden utanıyor, bir yandan seccadeye bakıyordum. Arkadaşımla değiştiğim bende kalan seccadenin halini düşündüm, sapasağlamdı, acaba evin hangi dolabında kilitliydi, onu bile hatırlamıyordum. Hayatımda hiç namaz kılınarak parçalanmış seccade görmemiştim. Bu beynimi kemirmeye başlamıştı. Arkadaşıma sordum:
— Nasıl oldu bu iş, bu aşkı nereden buldun, dedim.
— Yıllar önce senin kıldığın namazları, okuduğun Kur'anı izledim. Hiçbir kitap senin halin gibi beni etkilemedi, cevabını verdi. Kendimden defalarca utandım…
Eve döndüğümde kâbuslar içerisinde uykusuz geceler geçirmeye başlamıştım. Artık kendime gelmeli, Allah'a dönmeliydim, ama bunu yapmak o kadar zordu ki…
Namaz kılmaya kalktığımda gösteriş için yaptığım duygusuna kapılıyordum ve yerime oturuyordum. Yine de kendimi zorlayıp sadece yatsı namazlarımı düzenli kılmaya başladım. Bir gün tembellik o kadar üzerime çöktü ki, yatsı namazını kılamadan yattım. Uykuya geçer geçmez öyle bir kâbus gördüm ki, sanırım bu cehennem zebanisiydi. Korkunç bir geceydi. Böyle bir korkuyu hayatım boyunca yaşamamıştım ve bu dünyaya ait bir korku değildi.
Yatsı namazını kıldım ve korku içersinde yattım. Sonraki günlerde yıllardır elime almadığım Kur'an’ı açtım, okumak istedim, ancak sanki hayatımda hiç okumamışım gibi, hiç bu alfabeyi görmemişim gibi okuyamıyordum. Kur'an beni terk etmişti. Pişmanlık ve korkuyla Allah'a sığındım, yeniden bana namazı ve Kur'an’ı bahşetmesi için dualar ettim. Günde birkaç satırdan başlayarak okumaya gayret etmeye başlamıştım. Hem Arapça metni okuyor, hem de mealini takip ediyordum. Sanki hiç okumadığım ayetleri görüyordum. Bakara Suresinde, "Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin", deniyor, Nisa Suresinde ise, savaşta bile nasıl namaz kılınacağı tarif ediliyordu. Savaşta bile mazereti olmayan namazı nasıl olur da maişet derdiyle, tembellikle terk edebilirdim?
Düşündüm, arkadaşım seccadeyi eskitmiş, parçalamıştı. Bense tembelliğime mazeretler bulmuştum. Ben de eskitmeliydim seccadeyi, bunu ben de başarmalıydım. Aşk ile kazaya bıraktığım namazlarımı kılmaya başladım, eski ancak eskimemiş seccademin üzerinde. Ama gördüm ki seccade eskitmek öyle kolay bir iş değilmiş. Birkaç günde seccade değil, dizlerim parçalanmaya başladı. Artık istesem de kolay değildi kaybettiklerimi kazanmak. 3-4 yıl geçti, benim seccadem hala sağlam, birazcık ayak bastığım yer solmuş.
Allah’ım arkadaşım nasıl bir aşkla, kim bilir geceler gündüzler boyu Allah'a yakarırken seccadeyi parça parça etmişti?
Gönderen: Muhammed Seyfi
Somurtuş ki bıçak, nara ki tokat
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat
Yalnız seccademin yününde şefkat
Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan sen öp seccadem
Necip Fazıl Kısakürek
Bu mesaj, citizen tarafından, 25.06.2009 01:41:47 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Sağolasın citizen. Yazının sonlarına doğru gözlerim buğulandı. İnşallah tüm okuyanlar için üç aylara girdiğimiz şu mübarek günlerde namazlarımızı huşu içinde kılmamıza ve secdelerimizi artırmalarımıza vesile olur
|
Biz insanlar illâ ibret isteriz... Al sana ibret kardeşim!
Allah razı olsun CİTİZEN ... Sayende bir çok kişi bu yazıyı okuyacak ve uygulamaya geçecek inşaALLAH.
|
Bilim adamları yeni yaptıkları bir bilimsel araştırmada, Allah’a secde etmenin insanı kanserden koruduğunu ortaya çıkardı.
31 Ağustos 2007
Asım Sancaktar / Dünya Bülteni
Mısır’ın başkenti Kahire’de bulunan Ulusal Işın Teknolojisi Merkezi’nde yapılan bir bilimsel araştırma, Allah’a secde etmenin insanı kanserden koruduğunu ortaya çıkardı.
Araştırmayla ayrıca secdenin hamile kadınlar için de oldukça yararlı olduğunu ve ceninin şekil bozukluğuna uğramasını engellediğini, bunun yanında yine birçok bedensel ve psikolojik hastalıklara iyi geldiği tespit edildi.
Işın Teknolojisi Merkezi Bölümü Başkanı Biyoloji profesörü Muhammed Ziyaeddin Hamid, bu çağda insanların her yönden elektromanyetik dalgalara maruz kaldığını ve bu nedenle daha fazla ışın aldığını belirterek, vücutta biriken bu yükün mutlaka dışarı atılması gerektiğini bildirdi.
Araştırma sonucu vücutta biriken elektromanyetik yükün Allah’a secde ile dışarı boşaltıldığının belirlendiğini dile getiren Mısırlı bilim adamı, bilimsel araştırmaların insan boyunun küçüldükçe elektromanyetik dalgalara uğrama oranının daha da azaldığını gösterdiğini söyledi.
Yedi azanın yerle teması enerjiyi boşaltıyor
İnsanın secde halindeyken elektromanyetik dalgalara daha az maruz kaldığını ve alnın yere değmesiyle vücuttaki elektromanyetik yükün dışarıya boşaltıldığını tespit ettiğini kaydeden Profesör Ziyaeddin, secde halinde olan bir insanın yedi organının yerle temas etmesinin boşaltımı hızlandırdığını ve bunun yorgunluk ve bazı hastalıklara iyi geldiğini ifade etti.
Araştırmaların elektrik yükünün vücuttan sağlıklı bir şekilde atılması için secde anında kıbleye dönmek gerektiğini gösterdiğini bildiren Profesör Ziyaeddin, Kâbe’nin yeryüzünün merkezi olduğunu ve yeryüzünün merkezine yönelmenin vücuttaki elektrik yükünü dışarı atmak için en uygun pozisyon olduğunu söyledi.
Beş vakit farz namazın vücuttaki elektrik yükünün dışarı atılması için yeterli olduğunu belirten Mısırlı bilim adamı, uyku esnasında vücutta oluşan unsurların sabah namazıyla dışarı atıldığını ve insanın güne sağlıklı ve canlı bir şekilde başladığını kaydetti.
Öğle, ikindi ve akşam namazlarının günün yorgunluğunu ve stresini azalttığını ve insana psikolojik bir rahatlama sağladığını söyleyen Profesör Ziyaeddin, yatsı namazıyla gün boyu vücutta oluşan yükün geri kalanının dışarı atıldığını ve insanın rahat bir şekilde uykuya dalmasının sağlandığını belirtti.
Bu mesaj, citizen tarafından, 09.07.2009 03:21:21 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Başlangıç itibarıyla zor ve ağır gelmesine rağmen dişinizi sıkıp sabretmeniz sayesinde zamanla abdestten öyle bir lezzet alırsınız ki artık onu gözünüzün nuru sayar ve hiçbir şeye değişmezsiniz.
Secde ve abdest uzuvlarındaki emarelerle öndekilerden de önde olma ve ötede Peygamber Efendimiz tarafından tanınma meselesi bir hadis-i şerifte şöyle bir müjdeyle anlatılmaktadır: Bir gün, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), cennet koridoru diyebileceğimiz Baki' kabristanına gidip orada medfun bulunan kutlu insanları ziyaret etmiş; "Selâm size ey mü'minler diyarının sakinleri! İnşaallah bir gün biz de size katılacağız." buyurmuştu. Daha sonra da "Kardeşlerimi görmeyi çok arzu ederdim." demişti. Bunun üzerine ashab-ı kiram, "Ya Resûlallah, biz, Senin kardeşlerin değil miyiz?" diye sorunca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Siz benim ashabımsınız; kardeşlerim ise henüz gelmediler; onlar sonra gelecekler." cevabını vermişti. Bunun üzerine sahabe efendilerimiz "Ümmetinden henüz gelmeyenleri ötede nasıl tanıyacaksın ya Resûlallah?" dediklerinde, o Şefkat Peygamberi şunları söylemişti: "Düşünsenize; bir adamın alnı ak ve ayağı sekili atları olsa ve onlar yağız ve doru atların arasında bulunsa, o adam kendi atlarını tanıyamaz mı? İşte benim kardeşlerim abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben havzın başına onlardan önce varacak ve tanıdıklarımı tutup yanıma alacağım." (Müslim, Taharet 39; İbni Mâce, Zühd 36)
Keşke bu secde hiç bitmese!
İşte, abdest hem bu dünya hem de öteler hesabına çok büyük mükafatlar va'd etmektedir. Fakat, onun va'd ettiklerine ulaşmak için aşılması gerekli olan bir sarp yokuş vardır. O yokuşun geçilmesi ise insanın iradesine bağlanmıştır. Demek ki, bu mevzuda kullara düşen vazife, ibadet konsantrasyonunu yakalama adına irâdî bir cehd ve gayret göstermektir. Başlangıç itibarıyla zor ve ağır gelmesine, beraberinde bir kerâhet bulunmasına ve bazen şartların çok elverişsiz bir hal almasına rağmen dişinizi sıkıp sabretmeniz sayesinde zamanla abdestten öyle bir lezzet alırsınız ki artık onu gözünüzün nuru sayar ve hiçbir şeye değişmezsiniz. "Bismillah" deyip yola çıktıktan ve sabırla o sarp yokuşu aştıktan sonra onun öyle bir tadı, öyle bir lezzeti ve öyle bir şivesi ile karşı karşıya gelirsiniz ki, abdest ve namaz arası dokuduğunuz mekiğin hiç bitmemesini dilersiniz. Şahsen, hata ve kusurlarımdan dolayı olsa gerek, abdesti ve namazı derinlemesine duyduğumu söyleyemem. Fakat, bazen bunlar sayesinde içime esip gelen ve meltem gibi bütün benliğimi saran öyle bir ruh haleti oluyor ki tariften acizim. Benim öyle bir halet-i rûhiyeye liyakatim olduğunu hiç zannetmiyorum; herhalde Rabbim "duyup ifade edeyim, dolayısıyla başkalarını da şevklendireyim" diye nasip ediyor. Size kasemle teminat veririm; bazen başımı secdeye koyduğum zaman içimden diyorum ki, "Keşke bu secde hiç bitmese, alnımı yerden hiç kaldırmasam!" Rabbimin huzurunda yüzümü yere sürdüğüm o dakikalarda o hal üzere altmış sene durabileceğimi düşünüyor ve bütün rûh u cânımla o ânın hiç bitmemesini istiyorum.
Evet, abdest, kulun diğer ibadetlere mânen ve rûhen hazırlanmasına ve bu ibadetlerden azamî verim elde etmesine yardımcı olan kıymetli bir vesiledir. Abdest almak isteyen kimse daha hazırlığa başlarken ona niyet ederse, hem abdestten hem de ona hazırlık için yaptığı bütün fiillerden dolayı sevap kazanır; çünkü, bunların herbiri ibadete vesile olması cihetiyle bir çeşit ibadet olur. Diğer taraftan, abdestin, vücuttaki kinetik enerjiyi dengeleme ve insana streslerini yenme imkanı sağlama gibi bizim için mahfuz ve müsellem olan daha pek çok talî faydası da vardır ama mevzunun çerçevesini aştığı için onları başka bir fasla bırakmak herhalde daha uygun olsa gerektir
(Alıntı) Bu mesaj, citizen tarafından, 11.07.2009 02:25:11 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Abdullah Yıldız Vakit gazetesi, 29 Ağustos 2006
Bugün, “Namaz Medeniyeti” kavramını temellendirmeyi deneyeceğiz. Namazın İslâm medeniyetindeki merkezî konumunu ve İslâmî hayatın namaz odaklı bir yaşam/a tarzı olduğunu bilmeyenler, namaz üzerine bu kadar yoğunlaşmamızı algılamakta güçlük çekebilirler; ama okuyucularımı bu konuda istisna ediyorum.
Namaz Bir Tevhîd Eylemi(1991) isimli eserimizde; namazın, tevhîd akîdesinin eyleme dönüşmüş biçimi olduğunu, baştan sona namazın her ânında tevhîd inancının terennüm edildiğini, kıyâmın, rükûun, sücûdun ve teşehhüdün bir olan Allah’a imanı, teslimiyeti ve tevekkülü simgelediğini ortaya koymaya çalışmıştık. Dahası, abdesti; şirkten, küfürden, günahlardan arınma; ezanı da bir “tevhid çağrısı” olarak yorumlamış, namazın sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal hayata yansımalarına da işaret etmiştik.
Aslında namaz; Müslüman bireyin bütün davranış ve ilişki biçimlerini yönlendiren, belirleyen, toplum hayatının bütün alanlarına, kompartımanlarına müdahale edip onları şekillendiren bir ibadet biçimidir:
Abdest; namaz için bir hazırlık olmak üzere bedenî ve ruhî bir arınma ameliyesidir.
Ezan; namaza çağrı olup kurtuluşun yegane anahtarı olan tevhîd inancının özlü tebliğidir.
Cami/Mescid; namazda müminleri ‘bir araya toplayan’ mekandır, ‘secde mahalli’dir. Ama sadece bu mu?
Rasûlüllah’ın(s.) Medine’de kurduğu Mescid-i Nebevî ve bütün Müslüman toplumların onu örnek alarak inşa ettikleri camiler, İslâmî hayat tarzının kalbi mesabesinde idi. Mescid-i Nebevi, huşû içinde namaz kılınan bir huzûr mekânı olmanın yanında; başta Ashâb-ı Suffe olmak üzere tüm müminlerin Kur’ân’ı ve İslâmî ilimleri öğrendiği, Rasûlüllah’ın devlet adamları ve kabile temsilcileri ile diplomatik görüşmelerini yaptığı, ashabıyla istişare ettiği, savaşa ve barışa karar verdiği, Ramazan’da itikafa girdiği, Müslümanların kendi aralarında zekat ve infak işlemlerini yaparak sosyal dayanışmayı gerçekleştirdiği, İslâm ordusunun cihad hazırlıklarını organize ettiği, hatta misafirlerin bile ağırlandığı odak bir mekândı.
Müslümanlar, hakim oldukları coğrafyalarda, Mescid-i Nebevi modelini örnek alarak mihverinde namazın yer aldığı cami/mescid merkezli bir İslâm medeniyeti vücûda getirdiler. Yeni kurulan tüm Müslüman şehirler, cami-merkezli olup namazın ikâme edildiği cami etrafında şekillendi. Müslüman şehirlerinde/kasabalarında hayata yön veren tüm kurumlar cami çevresinde belli bir düzen içinde yerlerini alarak külliyelere dönüştüler. Ezanın çağrısını olabildiğince yükseklere ve uzaklara taşıyan minarelerin ve abdest için yapılan şadırvanların yanında; medreseler, kütüphaneler, dârü’l-kurrâlar, aşevleri, şifâhaneler, eytâmhâneler, hatta han, hamam, çarşı ve kervansaraylar hep cami-merkezli olarak dizayn edildiler. Tıpkı camiler gibi, Müslüman evlerin ve yapıların yönleri de Kâbe’ye dönük olarak yapıldı. Hat, ebrû, tezhip, oymacılık, nakkaşlık, musıkî/kırâet gibi sanatlar camilerden neşet etti. İslâm mühendis ve mimarları bütün hünerlerini cami inşasında ortaya koydular. Endülüs’ten Çin sınırlarına kadar, geniş İslâm coğrafyasındaki tüm yerleşim birimleri, tevhid ve vahdeti simgelercesine Allah’ın evleri olan camiler etrafında hâlelendi. Çoğu Selçuklu ve Osmanlı’dan kalma şehirlerimiz de cami-merkezli idi ve hayatı mümince kuşatıyordu.
Kur’ân’da namazın ikâmesi (dosdoğru kılınması) ile zekâtın îtâsı (tastamam verilmesi) emri hep birlikte tekrarlanır. Dolayısıyla, ‘Dinin direği’ olan namaz ile onu tamamlayan zekâtı birbirinden ayırmak mümkün değildir; namaz kılan müminin -imkânı varken- zekât vermemesi, zekât veren müminin de namaz kılmaması düşünülemez. Bu bilinçledir ki, Hz.Ebûbekir, namaz kıldıkları halde zekât vermeyenlerle ‘namazla zekâtın arasını ayırdıkları’ gerekçesiyle savaşmış, onlardan zekâtlarını zorla almıştır. Demek ki, bir “tevhîd eylemi” olan namaz, Allah’ın kullarına rızık olarak verdiği şeylerden infak edip zekat vermeyi de âmirdir.
Ramazan ve Kurban bayramlarında yaşanan coşkularla, cenaze namazlarında yaşanan hüzünler, tüm müminlerce camilerde hep birlikte paylaşılır. Ramazan ayı, tutulan oruçla, okunan Kur’ân’la ve Teravih namazı ile ayrı bir derinlik ve zenginlik kazanır. Omuz omuza kılınan cemaat namazlarının eşit safları amir-memur, zengin-fakir, ırk, renk, dil ayırmadan müminlerin vahdetini günde beş kez pekiştirir. Cuma namazları ve hutbeleri, müminlerin haftalık olarak imanî-ibadî-siyasî-içtimaî bilinçlerini diri tutar. Hacda Kâbe’yi tavaf eden müminlerin Arafat buluşması ise, ümmetin yıllık kongresi olmak lâzım gelir...
İşte namazın bu belirleyiciliği ve hayatı tümüyle dizayn edici özelliği sebebiyledir ki, Ebû Cehil ve taifesi Muhammed aleyhisselâmın Kâbe’de namaz kılmasını engellemeye kalkıştılar(96/9-10); yine namazın sosyo-ekonomik hayata müdahaleyi emredici özelliğini keşfetmeleri sebebiyledir ki, Medyen ve Eykeliler Şuayb aleyhisselâmın namazını hedef aldılar(11/87). İki taraf da, ikâme-i salâtın din binasını inşa ederek hayatlarının bütün alanlarını kuşatacak muazzam bir medeniyete vücut vereceğinin bilincindeydiler. Bu mesaj, citizen tarafından, 15.07.2009 03:16:52 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Bu kitabı okuyalı 6 sene oluyor.Artık başucu kitaplarımdan oldu.Biz müslümanların en temel ibadetlerinden olan namazı manevi anlamda nasıl daha iyi kılabiliriz, namaz kılıyoruz ama neden kılıyoruz, her hareketinin her sözünün anlamı ne?Abdullah Yıldız bu kitapta o kadar güzel anlatmış ki.Bu kitabın hakikaten çok faydasını gördüm ve herkese tavsiye ediyorum.
Kitap bize yalnız Allah karşısında kıyama durmamızı öğütlüyor ve imanımızın tazelenmesine yardım ediyor.Kitap namazı okadar güzel anlatmışki her cümlesini alıp anlatasım geliyor.Ama bu yazara haksızlık olur.Ancak size kitapta geçen bazı sözleri aktarmak istiyorum.
· Nasıl daha huşulu bir namaz kılabiliriz?Namazda Allah'ın adını zikredip ayetlerini okurken kalplerimiz titreyip tüylerimiz ürperebiliyor mu?Arasıra da olsa gözlerimiz yaşarabiliyormu?Namazlardan manevi bir lezzet alabiliyor muyuz?
· Günde beş vakit Allah'ı birlemenin, yani tevhidin eyleme dönüşmesinin adıdır namaz.Dinin direği,mü'minin miracı cennetin anahtarıdır.Peygamberimizin (sav) gözümün nuru dediği ibadet ve Allah'ın en sevdiği ameldir.
· Namaz Allah'ın yarattıklarının O'na yaptığı tüm ibadet şekillerinin bir sentezidir.Yıldızlar devamlı olarak belli hareketleri tekrar ederler -namazda belli hareketler sürekli tekrarlanır-, dağlar ayakta dururlar -namaza ayakta dikilerek kıyamla başlanır-, hayvanlar sürekli olarak eğilmiş durumda bulunurlar -namazda ikinci hareket eğilmek rükudur-, ağaçlar gıdalarını ağız vazifesi gören kökleriyle alırlar,şu halde devamlı secde halindedirler -namazda üçüncü hareket alnını toprağa koyup secde etmektir-, akan su devamli surette yıkar ve temizler -namazdan önce abdest alınır-,vs.
Ayrıca bu kitapda mı okudum başka bir yerde mi okudum tam hatırlamıyorum.Namaz esnasında 2 kere secde ediyoruz çünkü, ilk secde topraktan geldiğimizi ikinci secde yeniden toprağa döneceğimizi sembolize ediyor.Ayrıca Allah'ın şeytana sadece bir kere secde et deyip etmemesine nispet olarak biz iki kere secde ediyoruz.
Kitapta daha çookkk şey var insanı biliçlendiren.Ama benden bu kadar...
Bu kitabın tek bir dezavantajı var:).Okuyorsunuz, çooookk beğeniyorsunuz, başkalarınında okuyup faydalanmasını istiyorsunuz ve herkese veriyorsunuz.Ve bir türlü kitap size geri dönemiyor.6 senedir güzel kitabımın bende duruş zamanı o kadar azki:))
Namazlarında huşu içinde olan mü'minler muhakkak felaha ermişlerdir.(Mü'minun:12)
ALINTI
Namaz / Bir Tevhid Eylemi
Abdullah Yıldız
PINAR YAYINLARI
Namaz kılan bir mü'min, bir bakıma günde beş kez muharebe meydanına çıkmakta ve 'Allah'u ekber' sloganını dilinden düşürmeyerek nefsiyle ve Şeytan'la kıyasıya savaşmaktadır. Zaten; ilahlaştırılmaya meyyal olan nefisleri ayaklar altına almadan, putlaştırılan dünyaya ve onun nimetlerine karşı ahireti tercih etmeden, şeytana ve onun askerlerine kin duymadan, Allah'ın dışında ilahlık ve rablık iddia eden bütün otoriteleri reddetmeden kılınan namaz beyhudedir. 'Yalnızca Allah'a ibadet edeceğine ve yalnızca O'ndan yardım dileyeceğine' dair söz verdiği halde; sahte ilahlara kullukta bulunmaya, onlara alkış tutmaya devam eden, Allah'ın dışındaki fani varlıklardan medet bekleyen kimse, havanda su dövüyor demektir.'
Alıntı Bu mesaj, citizen tarafından, 16.07.2009 03:01:04 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Bundan 4 yıl önce toplanan "Namaz Gönüllüleri Platformu" Türkiye ve Avrupa genelinde düzenledikleri "Namazla Diriliş" panellerine devam ediyorlar.
Birbirinden değerli İlahiyatçı,yazar,ilim adamının bulunduğu platform, insanları namaza davet ediyor.
Namaz kılanlara ise, nasıl daha huşu içinde kılabileceklerinin ipuçlarını veriyorlar.
2 yıldır Hilal tv'de her pazartesi programlarını takip ettiğim platform üyelerinden üçü, 27.2.2010 tarihinde panel için Konya'ya geldiler.
Program başlamasına 15 dakika kala konferans salonu dolmuştu,elhamdulillah.
Saygıdeğer ilahiyatçı,yazarlar Ahmet Bulut,Cemil Tokpınar ve Abdullah Yıldız tadına doyulmaz bir panel sundular bizlere.
Oldukça sevimli bir üslupla,tatlı bir dille hatta arada espriler yaparak,fıkralar anlatarak paneli tamamladılar.
Zorla götürdüğümüz 9 yaşındaki yeğenim ki kendisi sadece günde 2 vakit namaz kılar.Eve gelir gelmez yatsı namazını kıldı ve sabah namazına uyandırmamız için bizleri tembihledi.
Şimdiye kadar 450 panel düzenlenmiş ve halen devam ediyor.
Tavsiyem, lütfen bulunduğunuz il ya da ilçeye gelecek olurlarsa bu fırsatı kaçırmayın.
|
"Namazsız ölmeyelim"
Namazı dünya gündemine getirmek ve namaz bilinci oluşturmak için faaliyetlerine devam eden Namaz Gönüllüleri Platformu (NGP) üyeleri, domuz gribinden daha tehlikeli olan namazsızlık hastalığına karşı gereken tedbirin alınması gerektiğini belirttiler. Vakit'i ziyaret ederek namazla ilgili verdiği haberlerden dolayı teşekkür eden NGP üyeleri Abdullah Yıldız, Cemil Tokpınar ve Ahmed Bulut, “Türkiye'de 2009'un son aylarında gündeme gelen domuz gribinden ölenlerin sayısı 700 olurken, aynı dönemde vefat eden 70 bin kişiden yaklaşık 50 bini namazsız ölmüştür. Eğer domuz gribi için alınan tedbirler gibi namazsızlık hastalığını yok etmek için de tedbirler alınsaydı camilerimiz tıklım tıklım dolardı” dediler. Tokpınar, Yıldız ve Bulut, bin yıldır İslâm'a ve Kur'an'a hizmet eden bir milletin namazdan soğutulduğunu, buna karşılık namaz kılan ve namaza duyarlı olan kişi ve kuruluşların gereken çalışmayı yapmadığından şikâyet ettiler.
50 BİN KİŞİ NAMAZSIZ ÖLDÜ
Ülkemizde Eylül-Ocak ayını kapsayan dört aylık dönemde domuz gribinin gündemin ilk maddelerinden olduğunu belirten Cemil Tokpınar, sözlerine şöyle devam etti: “Bu hastalığa karşı başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere devletin bütün kurumları, medya organları seferber oldu. Vatandaşı bilinçlendirmek için okullar, camiler, gazeteler, televizyonlar olağanüstü gayret gösterdi. Sağlık Bakanlığı Ocak ayında yaptığı açıklamada, 'Domuz gribinden ölen vatandaşlarımızın sayısı 627 olmuştur. Halen 67 vatandaşımız hastanede tedavi görmektedir' demiştir. Oysa aynı dönemde farklı sebeplerle hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısı yaklaşık 70 bindir ve en iyimser namaz anketine göre bunların yüzde 75'i olan 50 bin kişi namazsız vefat etmiştir. Bu sonuç, namazını kılan ve namaza duyarlı mü'minlerin yüreğini yakmalı ve namazsızlık hastalığını yok etmek için seferber etmelidir.”
Namazın her türlü kötülüğü önleyeceğini belirten NGP üyesi Abdullah Yıldız ise, şunları söyledi: “Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye'de 2007'de ölen 212 bin 731 kişiden 32 bini kanserden, 79 bini kalp hastalıklarından, 16 bini beyin kanaması, inme veya felçten vefat etmiştir. Buna göre, her gün 580 kişi farklı sebeplerle imtihan dünyası olan bu fani hayata veda etmekte, dönüşü olmayan ahiret yurduna gitmektedir. İnsanları kanser, kalp hastalıkları ve diğer ölüm sebeplerine duyarlı hale getirmek ve bilinçlendirmek için birçok faaliyet yapılmaktadır. İki cihan saadetine vesile olacak namaz için de binlerce proje uygulanmalıdır.” NGP üyesi Ahmed Bulut ise, “Ne yazık ki, dinin direği olan namazla ilgili olarak namaza duyarlı gazetelerde bile haber, dizi yazı, fotoğraf çok az yer almakta, televizyonlarda gerekli haber, sohbet programı, film, dizi ise yok denecek kadar azdır. Ne acıdır ki, namaz sanat, edebiyat, müzik ve sinemanın konusu olmamaktadır. Namaz kılan Müslümanlar, başkalarının oluşturduğu yapay gündemlere dalıp gitmekte, kendi gündemleri olan iman, Kur'an ve namaz hususunda yeterli çalışmayı yapmamaktadırlar” dedi.
Grip dünya hayatını, namazsızlık ahireti mahveder
Gripten vefat eden vatandaşların sadece dünya hayatlarını kaybettiklerini, ancak namazsızlık probleminin sonsuz ahiret hayatını riske attığını belirten Tokpınar, “Eğer gribe karşı haber, yazı, film, afiş yoluyla tedbirler alındığı gibi, namaz için de duyarlı medya, kişi ve kurumlar yeni projeler uygulasaydı, camilerimiz tıklım tıklım dolardı” şeklinde konuştu.
İnsanın en önemli maddî varlığı olan hayat ve sağlığın korunması için ne yapılırsa yeri olduğunu belirten Yıldız, Tokpınar ve Bulut, “Ne var ki, domuz gribinde dünyanın yanıltıldığı, asıl maksadın ilaç satmak olduğu Batılılar tarafından da ortaya konmuştur. Sanal ve şüpheli bir hastalıktan korunmak için bu kadar çaba harcanırsa, dünya ve ahiret mutluluğuna vesile olduğu kesin bir şekilde bilinen namaz için daha fazla çalışma yapılmalıdır” görüşünü dile getirdi.
Namaz Gönüllüleri Platformu (NGP) nedir?
Toplumda namaz bilinci ve duyarlılığı oluşturmak için 19 Ağustos 2006'da kurulan NGP, yaklaşık dört yıldır faaliyet yapıyor. Yüzlerce ilim adamı, yazar, gazeteci, sanatçının oluşturduğu platform üyeleri dört yılda 500 namaz paneli, binlerce namaz konferansı gerçekleştirdi. Her hafta Pazartesi günleri 21.30'da Hilal TV'de, Cuma günleri 20.00'de Dost TV'de, Çarşamba günleri 19.30'da Moral FM'de namaz programı sunan NGP mensupları, şimdiye kadar 70 farklı namaz kitabı yayınladılar. NGP “dünyada ilk namaz sitesi” olan www.namazladirilis.com adresinde namazla ilgili haber, resim, bilgi ve belgeleri yayınlıyor.
Vakit
|
İlk Abdest
Cebel-i Rahme: Rahme Tepesi. Burası, insanlık serüvenin başladığı yerdir. Hz. Adem ve Havva’nın yeryüzünde ilk defa buluştuğu yer. Hz. Adem, cennette günah işler, yasak ağaca yürür ve meyvesinden yer. Sonra “Rabbena zalemna enfusena Ve in lem tağfirlena ve terhemna lenekunenne minel hasirin”(Araf-23). Ayette buyrulduğu gibi, Hz. Havva ile birlikte “Ya Rab, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, kaybedenlerden oluruz Ya Rabbi” diye feryat ederler.
Allah, onları cennetten çıkarır. Hz. Adem ile Havva, ilk defa bu dağın tepesinde buluşurlar. Hz. Adem ile Havva günahlarından dolayı gözyaşlarına boğulurlar, ağlarlar ve yalvarırlar: Ya Rabbi sana nasıl tevbe edelim, bize tevbeyi öğret. Allahu Teala Hz. Adem’e öğretir. Ey Adem, harama yürüdüğün ayaklarını topuklarınla beraber yıka. Yasak ağaca uzanan elini, harama uzanan elini dirseğinle beraber yıka. Harama baktığın yüzünü yıka, yediğin ağzını, kokladığını burnunu yıka. Abdest, Hz. Adem’in tevbesidir. İlk abdesti alan Hz. Adem’dir. Her abdest bir tevbedir aslında. Her abdestle dökülen maddi kirler değil, günah kirleridir.
Yasin Suresi’ni hatırlayın: “O gün insanların ağızlarını mühürleriz, ellerini konuştururuz, ayakları kazandıklarına şahitlik eder.” Kıyamet günü, elimiz, ayağımız aleyhimize şahitlik etmesin diye Allah abdest nimetini vermiştir insanlığa. Son ayette size olan nimetimi tamamladım diyor Allahu Teala. İslam nimettir, külfet değildir asla. Ama bugün Müslümanlar için din, külfet haline gelmiştir ne yazık ki. Abdest bizim için külfet gibi. Abdest olmasaydı, hepimiz organlarımızın aleyhimize şahitliğinden helak olurduk. Abdestliyken abdest almaya ne der eskiler? Nurun ala nur. İşte bundandır. Her abdest bir tevbedir.
Dr. Erkan AYDIN
|
Rahat uykusunda yatan adamın yanındaki şeytan figürünü tanımışsınızdır.
Hani hepimizde olandan.
Aslında çeviriye ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum çünkü her sabah hatta her namaz vakti bunu çoğumuz yaşıyoruz zaten
ama formalite icabı merak edenlere alt yazıyı çevirmek istiyorum.
Filmin 20.saniyesi şeytan:Sadece ezan,cemaatin başlamasına 30 dakika daha var.
Birkaç dakika daha uzan.
Ben seni uyandırırım.
1.08. saniye şeytan:Hatırladın mı?Namaz uykudan daha hayırlıdır. Bu mesaj, citizen tarafından, 25.07.2010 02:36:43 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Ben de size başım dan gecen bir olayı anlatayımben sizin sayenizde namazımla barıştım cunku nazlım namazım banada kusmuştu ben calışan bir anneyım ve işim gece 16 işe gidiş 24 cikiş ve cok yorgun geliyorum eve ogun cok uzgundum birazda hayattan korkuyordum kuran dinlemek itedim ve nazlı namazım mı okudum ondan cok etkilnmiştim ogun anladımki benimde nazlım baba kusmuş ve hemen kalım namaz kıldım ama doymuyordum namaz kılmaktan gonlunu almam lazımdı ve gece 3 olmuştu kuranı kerimi actım ve onun sesiyle uyudum cok rahatlamıştı ama sabah namaz icinde meleklere yalyarın dıyordu annam sabah melekleri sizi uyandırırderdi bende sabah melekleri beni sabah namazına uyandırın diye yalvar mıştım bi ara uyandım bir sivri sinek musallat olmuştuki canım yanmış tı ve ben uyanmiştım saate bakayım diyordum ki ezen okumdu ve beni onlar uyan dırmiştı belki sivrisinekler olmasaydı ben tekrar uyuyacaktım cunku canım yanmiş uykum kacmıştı ve hemen namazım barışmakistiyor dedim ve namazımı kıldım allah razı olsun sizden be ni namazımlabaıştırdınız sizde deneyın sizide uyandırırlar o guzelim melekler allaha emanet olun
|
Tarih : 08 Ocak 2011 Cumartesi
Yer : İstanbul İkitelli - Mehmet Akif Mahallesi Belediye Kültür Merkezi
Saat : 20.30
Konu : Namaz'la Diriliş
Konuşmacılar : Abdullah Yıldız - Şerafeddin Kalay
Organizasyon : Mehmet Akif Derneği
İrtibat Tlf : Erol Demir : 0532.2515009
_______________________________________________________
Tarih : 10 Ocak 2011 Pazartesi
Yer : İstanbul - Başakşehir Kültürevi (Onur Kent)
Saat : 20.30
Konu : Kur'ân ve Sünnet'te Merhamet Kavramı
Konuşmacılar : Abdullah Yıldız
Organizasyon : Başakşehir Kültürevi
İrtibat Tlf : Erdem Bey : 0541.5593089
_______________________________________________________
Tarih : 22 Ocak 2011 Cumartesi
Yer : İzmit - Kur'an'a Hizmet Vakfı Tems.
(Gül sk. No. 42 Yenişehir - İzmit)
Saat : 20.30
Konu : Kur'ân'la Diriliş
Konuşmacılar : Abdullah Yıldız
Organizasyon : Kur'an'a Hizmet Vakfı İzmit Tems
İrtibat Tlf : Yüksel Biçer : 05327964736
Bu mesaj, citizen tarafından, 08.01.2011 03:26:16 itibariyle düzenlenmiştir.
|
|
|