Kayseri’nin ücra köşelerinden birinde imamlık yapıyordu. İlmi vardı belki ama, üslubunun ve tebliğinin sertliği, bilgisini çevresine aktarmasına engel oluyordu. Bu yüzden şüphelere, korkulara yuvarladıklarının sayısı, dehlizlerden kurtardıklarından fazlaydı.
İnsanları hakka davet imkânı bulmak ne büyük bir nimet! Köyün imamı ise kendisini can kulağıyla dinleyenlerin tereddütlerinden habersiz. Nimetin farkında da değil. Masum ruhlu kullar bunlar. Alperenler diyarı Anadolu’da yaşayan bu mazlumları her türlü şüpheden muaf tutmak gerekirken, güzelliklere koşar adımlarla yürüyen bu insanların kafalarını karıştırıp, gerisin geriye çevirmenin alemi var mı? Hele bir gün, köylüler ne müthiş azarlandı;
“-Namaza durunca kalbinize bir şey geliyorsa, o namaz namaz olmaz.”
E, onların da kalplerine bir şeyler gelmez değildi hani.
“-Ne yapalım, öyle olursa hocaefendi?” diye sordular.
Hoca;
“-O zaman hiç kılmayın daha iyi. Hele Allah’ın evine vesveseli kalbinizle hiç gelmeyin.” demez mi!?
Çoğu korkudan namazı boşlayıverdi. Hepsi de kalplerindeki vesvesenin derdine düşmüştü. Etrafında buzdan duvar oluşturan hoca, onların masum korkularının farkına bile varamadı.
Namazını terk edenlerden biri de köyün yaşlılarından biri olan Zehra kadındı. Ne söylemişti Hoca:
“-Kalbinde en ufak bir dünya düşüncesiyle namaz kılan,cehennemde yanar.”
Eh! Zehra kadın da evden, ehl-i iyalden vazgeçti vazgeçmesine de, bazen aklında başak vermeyen ekin, yağmur hasreti, ya da Almanya’da kocasıyla birlikte yaşayan kuması... Korktu kadıncağız. Günahlara batıp ömrünü ziyanla geçirmektense hiç kılmamak daha iyiydi. O artık namaz vakitlerinde Hakk’ın hoşgörüsüne sığınıp, ağlıyordu sürekli.
“-Rabbim, kusura kalma işte. Hoşgör bizi. Cehenneminde yakma sakın.”
Gönül ehli olmayan bir imam, namaz kılıp tesbih elde dualar içinde yüzen temiz kalpli insanların kafasını karıştırabiliyordu böyle.
* * *
Galip Hoca, yıllar önce oradaki insanlara din eğitimi vermek için gönderildiği Fransa’dan köyüne yeni dönmüştü. Engin bir sezişle, atayurdunda eksik bir şeylerin farkına vardı. Namaz sadece bir mecburiyet değildi ona göre. Yaşayan bir hal, şahane bir buluşma... Galip hoca, secdelerde buluşan başların azlığını merak etti.
Akrabası o yaşlı Zehra kadın;
“-İyi ki geldin oğul.” dedi. “Bana bir cevap ver hele. Ben iki senedir namazı terk ettim.”
“-Nasıl yaparsın bunu. Sen ta küçücük yaştan beri kılarsın namazını.”
“-Bizim imam, aklınıza bir şey gelirse, o namazınız namaz değil. Hiç kılmayın daha iyi dediydi. Benim koca Almanya’da. Orada da yanında var bir kuma. Aklım fikrim hep orada. Namaza durduğumda bile kafamda hep bu vesvese. Ben de kılmaktan vazgeçtim. Köydeki öbür kadınlar gibi. Namazlardan aklımıza gelenin hesabını ahirette vermekten korktuk işte.”
Önce inanamadı Galip Hoca, sonra öğrendi ki gerçekten terk etmişler. Sinirlenip öfkelendi.
“-Siz önce buradaki vazifenizin hesabını bilin de, ahiretteki hesap kolay.” dedi.
“Ah, ah!” diye üzüldü Galip Hoca. Yesevi gibi dillenip; “zahid olma, abid olma, aşık ol sen!” diyecek sevgi sultanlarına nasıl da ihtiyaç vardı bu toplumda. Eksikliklere hoşgörü ile bakılarak, insanlara ibadetlerini sevdirici özellikleri ön plâna çıkaracak yerde, tam tersi onları namazlarından bile uzaklaştırıyorlardı.
* * *
İmamın anlattığı elbette yalan değildi. Hata, meseleyi izah tarzındaydı. Cemaatın seviyesi ve bilgisini göz önüne almadan fetvalar vermek, âlimin kılabileceği namazı, veli kulların tutacağı orucu halktan, avâmdan istemek; ilkokula yeni başlamış çocuğu, en ağır matematik problemleri çözmeye zorlamak gibi birşeydi.
Galip Hoca;
“-Şüphenin çamurlu yollarına girmiş, ayağınızı kirletmişsiniz.” dedi dostlarına . “Göklere kanat takın ve uçun işte! Yokluklarda kulaç atmanız niye? Siz kolay yolu seçip, kendi kendinizi aldatmış, başınızı kulluktan uzaklaştırmışsınız.”
Zaten köylünün, eskiden her türlü endişeden azat başı, artık ezanı duyduğunda secdeye kapanamamanın ezikliğiyle yastaydı çoktandır. Ümitle, Galip Hoca’nın çevresinde toplandılar. O anlattı:
“-Allah’ın evi de tahtı da, onun aşkıyla yanan bütün gönüllerde.” dedi. “Siz Rabbimin sevdasını bağrınıza basın. Önemli olan samimiyetiniz. Kulluk dilerseniz, sevin Hüda’yı, kılın namazı. Gerisini Yaradan’ınıza bırakın. O kendi emri uğruna kulunun girdiği en ufak zahmeti görmezden gelir mi? Abdest alıp tertemiz olacak, secdelere kapanacaksınız. Az iş değil hani. Sizin içinizde vesvese var dediğiniz şeytanın ta kendisi.”
Gerçek şuydu ki, namazda şeytan kovulursa cihad sevabı alınıyordu. Kovulmazsa, namaz terk edilemezdi. Öyle kılınsa bile, en azından borcundan kurtulurdu insan. Vesveseyle namazın bozulmasından maksat; namazın faziletinin bozulmasıydı.
“-Yoksa namazımız namazdır.” diye fetva verdi Galip Hoca. Uçurumun kenarına kadar gelmiş insanlar, orada birden kanatlanıp uçtular...
Bir yerde çözülme, diğer tarafta yükselme. Çocuk trajedide de güler, ihtiyar komedide ağlarmış ya. Bu komedi de Galip Hoca’ya gözyaşı döktürdü. Caminin imamını kenara çekip, onu şairin diliyle uyarmak istedi:
“Korkutma ümmeti, söyleme artık.
Bak! Yürekleri zayıf, takatları yok.
Rahmandır Allah’ım, rahmeti pek çok.”
Demek ki, alın terinin emeğiyle geçinen, bir o kadar da temiz ahlaklı Anadolu insanı, “beşerden ulvisi yoktur” diyerek kendisini bağrına basacak, yüreğindeki aşkı daha da yükselteceklere hasretti. Nice gönül sultanlarına, mana erlerine... Bir de;
“Eğer secdeye kapanmayacaksa;
Kalbimdeki yüzünden, başım daimi.
Hey dostlar, gelin, haydi,
Alın, sökün yerinden kalbimi. “
diye seslenen Galip Hoca gibilerine...