Kadına anneliğini geri verin!
Her yıl dünya kadınlar gününde, kadınlara yönelik fiziksel şiddet konuşuluyor. Elbette, kadına uygulanan şiddete herkes gibi bende karşıyım. Sadece kadına değil, her hangi bir canlıya uygulanan şiddete de karşıyım.
Kadınlar günü vesilesiyle, kadın haklarından bahsedenler, annelikten hiç bahsetmiyorsalar, kadınlara en büyük zulmü yapıyorlar. Bir kadın konuşulurken, en çok anneliği konuşulmalı. “Meclise giren Milletvekillerinin yarsısı kadın olsun, kadın erkek eşitliği sağlansın!” gibi sloganlar, başta kadınlar olmak üzere, birçok insanın kulağına hoş geliyor.
Annelik neden konuşulmuyor?
Çocukluğumda dinlediğim bir annelik hikayesinden çok etkilenmiştim. Çocuk olduğumuz için mi çok etkilendim, konusu anne olduğu için mi bilmiyorum.
Genç bir delikanlı bir kıza aşık olur. Genç kız delikanlıyla evlenmeye razı olur. Ancak bir şart öne sürer. “Anneni öldürüp kalbini bana getirirsen, seninle evlenmeye razı olurum!” diye şart koşar genç kız.
Delikanlı, kıza olan aşkından, diğer tüm duygularını kaybetmiştir. “Annem nasıl olsa yaşlandı. Yakında ölecek. O da benim mutluluğumu ister” düşüncesiyle, bir an önce aşkına kavuşmak için annesini öldürür. Annesinin kalbini söker. Elinde annesinin kalbiyle, sevgilisine müjde vermek için koşmaya başlar. Yolda ayağına bir taş takılır ve delikanlı acıyla yere düşer.
Elinde tuttuğu annesinin kalbi dile gelir; “Bir yerin acıdı mı yavrum!”
* * * * * *
17 Ağustos 1999 depreminde yaşanmış bir olay;
Deprem olup binalar yıkılınca, binaların altında kalan bir annenin yaptığı annelikten bahsedeceğim. Genç bir anne binanın altında kalır. Binanın en ağır yeri olan, ana direklerinden birisi sol kolunun üstüne düşmüştür. Karanlıkta hem korku hem de kolunun acısıyla inler genç anne. Bu esnada karanlıkta kendi yavrusunun sesini duyar. “Anne beni kurtar! Anne çok korkuyorum!” diye ağlayan evladına gidebilmek için, kolunu kurtarmaya ne kadar çabalasa da, bir türlü kolunu kurtaramaz. Evladının yalvarmaya devam etmesine dayanamayan anne, yerde bulduğu bir cam parçasıyla, kolunu kesip kopartır ve sürünerek evladını kurtarmaya gider. Bunu dünyada sadece anneler yapabilir.
* * * * *
“Korkak” kelimesi “tavuk” kelimesiyle çok kullanılır. Kendi halinde yaşayan, yanına herhangi birisi yaklaştığında hemen kaçan bir canlı olduğu için tavuklar, korkak birisiyle de “korkak tavuk” diye alay edilir. Ancak siz hiç etrafında civcivleri olan bir tavuğa yaklaşmayı denediniz mi? Etrafında civcivleri olan bir tavuğa ne bir kedi, ne bir insan, ne de bir tilki yaklaşabilir. Civcivlerini korumak için canını ortaya koyar tavuk. Bir tavuğa, tilkilere meydana okuyacak cesareti veren duygu, kadınlık duygusu değil, annelik duygusudur.
* * * * * *
“Siz doğum sancısı çekmiyorsunuz ki! Sizin için konuşmak kolay” diye itiraz eden kadınlara cevap vermeye bile tenezzül etmem.
“Boşuna mı üniversite okuduk! Evde oturup çocuk büyütmeye niyetim olsaydı üniversite okumazdım!” diyen kadınlar, sadece cehaletlerini değil, zihinsel olarak nasıl sömürüldüklerini de ispat etmiş oluyorlar. Çalışan kadına karşı değilim. Ancak anneliği ihmal eden bir iş hayatının, hem anneye hem çocuklara açtığı yarayı düşünmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
Dört tane çocuğuna ömrünü vermiş, eli öpülesi bir anneyi, “ev hanımı” diyerek küçümseyenlere yazıklar olsun.
Alexis Carrel, İnsan denen meçhul kitabıyla, 1970 yılında Nobel Edebiyat ödülü aldı. İnsan ve toplumsal yozlaşamadan bahsettiği bölümde, “Medeni dünya kadına biçtiği rolü mutlaka gözden geçirmeli. Kadınları asıl görevleri olan anneliğe döndürmek zorundayız. Aksi takdirde bugün yaşadığımız problemlerden çok daha büyük problemler bekliyor bizi!” mealinde cümleler kuruyor. Bu sözlere herkes kulak vermeli. Özellikle anneler ve kadın örgütleri…
Yıllarca iş hayatında çalışıp emekli olmuş bir anne, bana gönderdiği mektupta yaşadığı duyguları anlatmış. Çalışan bir çok anne benzer psikolojik acıları hem kendisi yaşıyor, hem çocuklarına yaşatıyor.
“Rabbimin yavrum için göğüslerimde ürettiği sütün, gömleğimi ıslattığı günler aklıma geldikçe, vicdan azabı çekiyorum. Sütümden mahrum bıraktığım yavrum, mamalarla beslendi. Anne sütü kadar faydalı hiçbir besin olmadığı için, mamalarla büyüyen yavrumun bünyesinde çok sık hastalık kapar oldu. Çalışırken kazandığım paraların önemli bir kısmını yavrumun hastalıklarına harcamak zorunda kaldım. Yavrum şimdi kocaman bir kız oldu. Halen sık sık hastalanıyor. Onu ne zaman hasta görsem, gömleğimi ıslatan sütüm aklıma geliyor.”
Bu sözler üzerine düşünmek, kadına anneliğini geri vermek için neler yapılması gerektiği konusunda herkes kafa yormak zorunda. Annelerini kaybeden toplumlar çocuklarını, çocuklarını kaybeden toplumlar geleceklerini kaybediyor.
“Kadına anneliğini gerin!” diye haykırmayan hiçbir kadın hareketi bana anlamlı gelmiyor. Ezilen kadın haklarını korumaktan bahsedip, annelikten bahsetmeyen hiçbir feminist hareket bana samimi gelmiyor.
Tüm kadın örgütleri, mecliste daha çok yer almak için değil, kadına anneliğini geri vermek için yürüyüş yapmalı.
Sait ÇAMLICA
www.saitcamlica.
|
Şu tavuk örneği hoşmuş yahu!
"Korkak tavuk", anne olduğunda, birden "badigard tavuk" olabiliyormuş demek ki!
Küçükken köyde benim de civciv ve tavuklarım vardı... Hatta büyüyünce bir tavuk çiftliği kurma hayallerine dahi yakalanmıştım.
Yeni yavrulayan tavuk, mini mini civcivlerini her daim çevresinde tutardı. O nereye adım atsa, civcivler de onun peşi sıra... Kimileyin canım çekmiştir de, bir civcivi alıp sevmek ve onunla oynamak istemişimdir... Lâkin sıkıysa bu isteğimi gerçekleştireydim...
Bana öyle geliyor ki, Sait Hoca da benzer anılar yaşamış olabilir. Bu mesaj, m1gin tarafından, 09.03.2011 18:00:13 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Tavuk örneğinde ki gibi ;
Kadınlar narin zayıf yapıdadırlar fakat Erdem Beyazıt ın da şiirinde bahsettiği gibi anne olduklarında "arkanı yaslayacağın kocabir dağ" olurlar. Badigart tavuk misali:) korumacı iç güdüsüyleberaber muhteşem bir güçle karşılaşırsınız.Çok iç acıtıcı hikayelerede gerek yok anneliği anlamak için.Çocuğun anne rahmine düşmesiyle beraber bütün enerji ve zaman çocuk için harcanır geleceğe yönelik her planın merkezinde çocuk vardır.ve daha fazlası yapılabilecekse bile çocuk için olmalıdır ve her ne yapılsa azdır.bütün Annelerin ortak fikri böyle olmalığıdır.
Gelgelelim şiddet meselesine.elbette hiç bir canlıya şiddet uygulanmamalıdır. ama hep bu tür kompozisyonlarda kullanılan eksik ifadeden dolayımıdır bilmem hep bir soru gelir aklıma .Şiddet uygulanmamalı ama şiddet durduğu yerde duruyor hala ,peki ne yapılmalı ?:)
insan doğasında şiddet olgusu varsa ne şekilde dozu ayarlanmalı ,terbiye edilmeli yada insanın bunu fıtratından def etmesi ne kadar mümkün. bir diğer soru ; Etmeli mi? belki konuya buradan başlanmış olsa diğer başlıklar hiç açılmıcak. Muhtemelen Sait Çamlıca nın bunlara cevabı vardır. Ben soruyu atıyımda ortaya biyerlerde karşıma çıkar nasılsa:):)
|
Sayın yazar harika bir konuya parmak basmış, kadınlarımızın anneliği unutmaya yüz tuttuğu şu dönemde belki de en önem vermemiz gereken bir meseleye çok güzel örneklerle değinmiş. Kadınları erkeklerle eşit kılmaya çalışmaktan -ki boşa bir çaba- kadının önceliğinin annelik olması gerekliliği göz ardı ediliyor.
Teşekkürler rahmeli...
|
kadının meta olarak lanse edilip ortaya çıkarılmasından sora şimdi de eşitlik,adalet kelimeleriyle erkekleri geri plana çekip kadınları sosyal hayata itmeye çalışıyorlar.bunun sebebi erkeği köşeye sıkıştırıp kadını tamamen aileden,kocasından,anne-babasından,akrabalarından koparıp islamın değer verdiği ve son ayakta kalan aile ve içerikleri yok edip islamın bütün yaşanan ve yaşanacağı ortam bitiriliyor.eğer böyle devam ederse özgürlük adı altında aile parçalanıp avrupadan daha vahşi bir ortama girerek islamın bu ülkeden dirilişini ve doğmasını yok edecekler.kadın ve erkek önce insan sonra anne,baba,amca,hala,dede,ninedir.islam olaya böyle bakıyor ve bu sıfatlarla görevler yüklüyor.bu görevler bitirilip islamı ocağında aile yuvasında bitirmek istiyorlar.kıyamete doğru devr-i zaman hızla akıyor.Allah hepimizin yardımcısı olsun.
|
Deprem sonrası üniversiteyi kazanmak için çalışan öğrencilerime yazdığım duayla başlamak istiyorum.
Şayet Üniversiteyi kazanıp, okulu bitirdikten sonra, müteahhit olup inşaatın demirinden, çimentosundan çalarak, bu millet 17 Ağustos depreminde yaşadığı sıkıntıları yaşamasına sebep olacak bir müteahhit olacaksanız Allah size üniversite kazanmayı da okumayı da nasip etmesin!
şayet üniversiteyi okuyup doktor olduktan sonra, muayenehanenize gelecek hastaların kalbinden önce cebini muayene edecekseniz, zengin hastalarla ilgilenip fakir hastaların yüzüne bakmayacaksanız, Allah size üniversite kazanmayı da okumayı da nasip etmesin!- -
şayet üniversiteyi okuyup öğretmen olduktan sonra, öğrencilerinizi okuldan, bilgide, eğitimden soğutacak, ne öğrencilerle nede velileriyle ilgilenemeyecek, öğrencilerin gelecekleriyle ve umutlarıyla oynayacak bir öğretmen olacaksanız Allah size üniversite kazanmayı da okumayı da nasip etmesin!
şayet üniversite okuduktan sonra belediye başkanı veya yardımcılığı gibi herhangi bir resmi makama çıktıktan sonra, önünüze gelecek evrakları imzalarken araya sıkıştırılmış birkaç TL için, her evrakın altına imza atacaksanız, Allah size üniversite kazanmayı da okumayı da nasip etmesin.”
* * * * * * * *
Bu duayı bazen velilerle yaptığım seminerlerde de okuyorum. Lütfen tüm anne babalar çocuklarının okul başarısı için çalışırken, ahlaki değerleri vermek için çaba sarf etmeyi ihmal etmesin. -
Biz millet olarak cehaletten çektiğimiz kadar, belki de daha fazla, okumuş insanların ahlaksızlığından çekiyoruz. Ahlaksız bir insan, yaşadığı toplumda ne kadar çok yükselirse, ne kadar çok makam ve mevki sahibi olursa, toplumuna o kadar çok zarar verir.
Banka hortumlayanlar okumamış cahiller değil, okumuş ahlaksızlar değil miydi? -
Depremde kaybettiğimiz canlar kadar, kaybettiğimiz değerlerde yüzümüzü bir şamar gibi çarpmadı mı? Hatırlayın o günleri. Deprem bölgesinde acı çeken insanlara yardım elini uzatmak için çırpınan insanlarımız kadar, deprem bölgesine ‘yağma” yapmak için koşanlar da olmadı mı?-
Hangi vicdan izah edebilir böylesi bir canavarlığı? Düşünsenize bir binanın altında can çekişen insanları, çocukları, yaşlıları kurtarmayı değil de, o insanların kollarındaki bilezikleri, cüzdanlarını, elektronik eşyalarını çalmak için oraya koşan insanlar gördük deprem bölgesinde. Bunların sayısı hiçte az değildi. -
O binaları yapan müteahhitlerden birisi değil, o binalar için para karşılığı imza atan yetkililerden birisi değil, o insanları yağmalayan vicdansızlardan birisi değil de keşke çocuğunuz ayakkabı boyacısı olsaydı.- -
Evet evet! Yanlış okumadınız. Keşke çocuğunuz bir ayakkabı boyacısı olsaydı!-
Kars’tan İstanbul’a gelen o yaşlı ayakkabı boyacısını asla unutmayacağım. Deprem notlarım arasında en sevdiğim, en duygulandığım olaylardan birisi de bu yaşlı ayakkabı boyacısıdır.
Gazeteciler soruyor yaşlı ayakkabı boyacısına ‘burada ne işiniz var?” diye. Yaşlı dede, elleri simsiyah, önünde ayakkabı sandığı cevap veriyor.
‘Evladım ben Kars’tan geldim. Geçimimi ayakkabı boyayarak sağlıyorum. Deprem bölgesinde insanların çektikleri acıları televizyonlarda izleyince dayanamadım. Param olsa para yardımı yapardım. Ancak imkânım da yok. Yine de evimde rahat oturamadım. Cebime yol paramı aldım. Sandığımla beraber buraya kadar geldim. Bu insanlar para verecek, ekmek alacak halim yok. Bari hayrına ayakkabılarını boyayayım diye düşündüm.”- - -
Okumuş, ahlaksız bir evlat yetiştireceğinize, okuyamamış ama ahlaklı bir ayakkabı boyacısı yetiştirin daha iyi. Hem bu dünyanızı hem de öteki dünyanızı kurtarmaya vesile olur.
Yalan mı? Yaşlı ayakkabı boyacısının söylediklerini okuyunca içiniz bir tuhaf olmadı mı? O insana da, o insanı yetiştiren anne babaya da hayır dualar göndermek, ‘Allah sizden razı olsun!” demek geçmedi mi aklınızdan? -
Çocuklarınıza bile dua ederken dikkatli dua etmekte fayda var. Ãyle dualarımız vardır ki, kabul edilse daha çok acı çekeriz. En güzel dua HAKKIMIZDA HAYIRLISI!
Evladınız için bile dua ederken ‘hayırlı evlat” diye dua edin. Okumuş, ahlaksız evlattan ne ana babaya, nede memlekete-millete hayır gelmez. -
Çocuklarınızın ‘karne notlarından” çok ‘ahlak notlarıyla” ilgilenin.
SAİT ÇAMLICA
|
Sait Hocam, yüreğinize sağlık. Ancak bu kadar güzel anlatılır hastalıklarımız.
Saygılarımla.
|
Annelerin evlatları için çırpınışını görmek beni her zaman çok sevindirmiştir. Okul bahçelerinde yavrularını bekleyen onlarca anneyi her gördüğümde, ayakları altında ki cenneti daha iyi anlıyorum. Kitaplarım veya konferanslarım vasıtasıyla bana ulaşan annelerin sorularını okurken de, aynı duyguyu hissediyorum. Bahçesindeki fidanları için çırpınan anneler, gelecekte açacak çiçeklerin müjdesi gibi geliyor bana.
Bir annenin gönderdiği soru üzerine kalem aldım bu yazıyı. Soruyu okurken hem annenin çırpınışını, hem çözüm arayışını görmek beni sevindirdi. Hem soruyu, hem de soruya cevap olarak yazdıklarımı (eklemelerle birlikte) paylaşacağım.
Selamun Aleyküm;
Oğlum 6 yaşında. Geçen yıl Kur’an ve Ahlak eğitimi de veren bir kreşe gönderdik. Kreşten önce çok kibar, efendi, laftan anlayan, konuşunca halini düzeltebilen bir çocuktu. Okula başladığında bir iki yaramaz (epey bir yaramaz) çocukla sorun yaşayınca, çözümü onlar gibi olmakta buldu. Uygunsuz kelimeler (küfür) ve terk edilen güzel davranışlarda çok sorun yaşadık.
Babasıyla beraber aldık karşımıza konuştuk, “Mahrum ederiz…!” diye tehdit ettik, biraz sert uyarılarımız da odu. Bunlar mı işe yaradı? Bence hayır. Zaman işe yaradı. Ama bizim sürekli doğru ve yanlışı ona anlatmamız gerekiyor biliyorum.
Geçen yıl Kur’an öğrenimi bitene kadar hep ödüllendirerek, oyunlarla dersleri yapıyorduk. Bu yıl aynı kreşin anaokulu kısmına gidiyor ve bu yıl Kur’an okumalarımızda fazla sıkmamak istedik. Ama rahat bıraktıkça, o daha da gevşedi. O yüzden artık zorlayarak ders yaptırıyoruz.
Evde kurallara uyuyoruz. Ancak, eşim sık sık şehir dışında olduğu için sık sık babaanne ve dedenin yanında kalmak zorunda olduğumuz için (ödev yemek ve uyku zamanı) konusunda sorumsuzluğuna müdahil olmak istesem de, o da bende çok yıpranıyoruz.
Gelecek yıl 1.sınıf olacağı için sorumluluklarına alışmalı diyoruz. Ama nasıl dersleri tekrar sevdireceğiz? Yardım edebilirseniz sevinirim.
Birde geçen yıl tek çocuktu, çalışmıyordum. O zaman daha çok ilgilenebiliyordum. Geçen kış ikinci kardeş geldi, bu yaz inşallah üçüncü gelecek. Hafta içi de öğleye kadar beraberiz. Öğleden sonra ben çalışıyorum, o da anaokulunda oluyor. Üç çocukla işim epey zorlaşacak. Ne yapmam gerekiyor yardım edebilirseniz sevinirim.
Allah’a emanet olun.
* * * * * * *
Çocuklar sosyal hayata atılınca, okul ve mahalle arkadaşları çoğalınca, farklı insanlarla tanışır. Farklı alışkanlıkları olan insanlardan farklı davranış kalıpları kopyalar. Bazen iyi bazen kötü alışkanlık öğrenir. Kötü alışkanlıkları budamak, iyi alışkanlıkları sulamak gerek. Hiçbir zaman, meleklerle dolu (kusursuz) bir ortam olmayacak. Annelerin doğruları sulaması, kötülükleri budaması çocuğun gelecekte doğru çevre edinmesi, yanlış çevrelerden uzaklaşması gerektiği bilincini verir.
Ödül ve ceza konusunda dengeyi doğru kurmak gerekiyor. Susuz bırakılan bir çiçek nasıl kurursa, aşırı su verilen çiçekler de kururlar. Ceza, genelde sevdiği şeylerden mahrum bırakmak olmalı.
Yaşlı insanlar, genç anne ve babalara göre daha hoşgörülü oluyor. Babaanne veya anneanne yanında tüm çocuklar şımarırlar. Birden fazla eğitici (Anne ve Babaanne) arasında kalan çocuklar, farklı davranış kalıpları görürler. Her çocuk, işine gelen davranış kalıbını daha çok benimser. Çalışan anneler bunu göze almak zorundalar. Karşınızda ki, anlayışlı bir babaanne ise, durumu çocuğun olmadığı bir ortamda konuşmanızı tavsiye ederim.
Dersleri çocukları sevdirme isteği olan anne babalara kötü bir haberim var. Dersler sevilecek şeyler değildir. Sevmese de yapması gereken bir görev olduğunu anlamalı çocuklar. Üniversiteye kadar her anne baba, eğitim antrenörü gibi ilgilenmeli çocuklarıyla.
Tek çocuk sahibi bir anne iken, ikinci ve üçüncü çocuğa sahip olan anneler, ilk çocuğun davranışlarının değişeceğine hazırlıklı olmalı. Dikkat çekmek isteyen, kardeşlerini kıskanan çocukların davranışları değişmeye başlar. Anne baba bu davranış değişikliklerine hazırlıklı olmalı.
Çalışan anneler, çocuklarıyla sıkıntı yaşamaya başlayınca, birkaç ay için bile olsa, ücretsiz izin kullanarak, çocuklarını anneye doğurmalı. Annesine aç kalan çocuk, daha çok yaramazlık yapmaya, annenin istediği davranış kalıplarından uzaklaşmaya başlar.
* * * * * * *
Evlatlarına tertemiz kıyafetler giydiren bir anneyi düşünün. Çocuk bembeyaz çoraplarını, pantolonunu, gömleğini, sokakta hoyratça oynadığı için, kirletmiş. Çocuk ne kadar hassas olsa bile, haylaz arkadaşları üzerine çamur bulaştırmış. Anne, hangi sebeplerle üzeri kirlenmiş olursa olsun, çocuğunun kirlenen kıyafetlerini temizlemek zorunda.
Bedenine giydirilen kıyafetlere gösterilen hassasiyet, ruhuna giydirilen karakter için de gösterilmeli. Sokakta, okul da, kursta, kardeşi sahibi olunca değişen karakter, yeniden temizlenip şekillendirilmeli.
Eğitim, insandaki öfkeyi budamak sabrı sulamaktır.
Eğitim, insandaki bencilliği budamak paylaşma duygusunu sulamaktır.
Eğitim, insandaki dünya sevgisini budamak ahret bilincini sulamaktır.
Ne budamanın sonu, ne de sulamanın sonu gelmeyecek. Anne var oldukça, yaşadıkça, budama da sulamada devam edecek.
Sait ÇAMLICA
|
Her kahramanlık hikayesinin ardında, mutlaka bir anne figürü vardır. Evladının yüreğini ve ruhunu ilmik ilmik işleyen anneler, tarihin isimsiz kahramanlarıdır aslında. Modern dünyanın kaybettiği değerlerin arkasında, yine anneler yatıyor. Ancak bu sefer anneler kahraman değil, kaybolan nesiller yetiştiriyor. Nesillerini kaybeden modern insan, çok daha önceden annelerini kaybettiğini geç fark etti.
Bir araştırma sonucu gözüme çarptı internette dolanırken. Anneler üzerine yapılan araştırma sonuçları, çok çarpıcı geldi bana. Pamukkale Üniversitesince, bin kadınla yapılan araştırmada, kadınların yüzde 46,3′ünün televizyon izlediğini, yüzde 15,8′inin komşu ziyaretinde bulunduğunu, yüzde 13,8′inin ise çocuklarıyla ilgilenmeyi tercih ettiğini ortaya koydu.
Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mehmet Meder AA muhabirine yaptığı açıklamada, ”Türkiye genelinde televizyonda yayınlanan kadın programlarını takip edip etmediklerini, bu programlardan yararlanıp yararlanmadıklarını, yararlanıyorlarsa hangi konularda yararlandıklarını, yararlanma biçimleri arasında bir farklılığın olup olmadığını belirlemek” amacıyla bir araştırma yaptıklarını söyledi.
Araştırmaya Türkiye’nin değişik illerinden yaklaşık bin kadının katıldığını belirten Meder, evli, ilkokul mezunu, okur-yazar olmayan, 3 ve üzeri çocuğa sahip kadınların katıldığını bildirdi.
Araştırma sonucu elde edilen bilgileri değerlendiren Meder, televizyonun yaygın bir boş zaman aktivitesi olarak görülmesinin, eğitim durumuyla doğrudan orantılı olduğunu anlatarak, ”Özellikle çalışmayan kadınlar televizyonu daha yaygın bir şekilde tercih ediyor. Bunun temel nedeni kadınların ev dışındaki sosyal yaşama aktif bir şekilde katılmamaları, zamanlarını geçirebilecek daha iyi bir alternatiflerinin olmamasıdır” dedi.
Araştırmayla ilkokul mezunu olan ve okur-yazar olmayan kadınların boş zamanlarının 4 saat ve üzerini televizyon izleyerek geçirdiğinin ortaya konulduğunu ifade eden Prof. Dr. Meder, ”Üniversite mezunu kadınlar 4 saatin altında televizyon izlerken, arta kalan boş zamanlarını kitap okuyarak geçiriyor. Kadınların televizyonda en çok izlemeyi tercih ettikleri programlar, izdivaç, aile içi sorunların işlendiği programlar, kayıp-tecavüz konularının işlendiği programlar oluyor” dedi.
Annelerini kaybeden milletler, çocuklarını da kaybeder.
Modern dünya annelerini kaybetti. Toplumsal sorunların çözümünü başka yerlerde aramak, pansuman tedbirlerle sorunları geçiştirmeye çalışmak, kimseye bir fayda sağlamayacak. Sorun çalışan / çalışmak zorunda kalan anne meselesi değil. Biyolojik anneliği, annelik sanmaktan kaynaklanıyor problem. Dokuz ay on gün boyunca karnında çocuğu büyüten anne, karnındaki çocuğu kucağına aldıktan sonra görevini yapmıyor. Karında ki çocuğa annelik yapmakla, kucaktaki çocuğa annelik yapmak arasında çok ciddi farklar var.
Anne karnında ki çocuğun ihtiyacı ile anne kucağında ki çocuğun ihtiyacı arasında ki farkı anlamak zorunda anneler. Anne karnında ki çocuğun ihtiyacı, anne kendi ihtiyaçlarını giderdikçe karşılanıyor. Anne açlığını giderince, karnında ki çocukta doyuyor. Karnındaki çocuğuna iyi bakmak isteyen anne, kendine iyi bakınca sorun yaşanmıyor.
Anne kucağına ve annenin yaşadığı ev ortamına doğan çocuğun ihtiyaçları değişiyor. Bedensel gelişimini anne karnında tamamlayan çocuk, artık sadece bedensel gelişimi için ihtiyacı olan, fiziksel gıdalara muhtaç olan bir varlık değildir. Sadece karnı doyurulup, bedeni soğuk ve sıcaktan korumuş olmak yetmiyor. Kalbi sevgiye, ruhu şekillenmeye, beyni bilgiye aç bir varlıktır evdeki çocuk.
Evladının gözlerine baktığından daha uzun bir süre televizyona bakan anneler, çocukları büyüyünce, “Bu çocuklar niçin bilgisayarın başından kalkmıyor?” sorusunun cevabını bulamıyorlar.
Televizyonun kumandasını elinde tuttuğu kadar, evlatlarının ellerinden tutmayan anneler, çocukları büyüyünce, “Bu çocuk neden arkadaşlarıyla bu kadar çok vakit geçirmeyi seviyor?” sorusunun cevabını bulamıyorlar.
Pamukkale Üniversitesi tarafından, anneler üzerine yapılan araştırmayı okuyunca, “Bu nasıl annelik?”dedim içimden. Annelik yapmayan annelerin sayısının çok olduğunu tahmin ederdim, ancak bu kadar yüksek bir rakam çıkabileceğini hiç düşünememiştim.
“Babalar da babalık yapmıyor ki! Neden hep annelere yükleniliyor?” diye düşünen annelere birkaç sözüm var.
Elbette babalarda anneler kadar sorumluluğunu yerine getirmek zorunda. Çocuklar nasıl ki, fiziki varlık olarak anne ve babanın ortak ürünüyse, kişilik ve karakter varlığı olarak yine anne babanın ortak ürünüdür.
Baba, dünyanın en ihmalkar babası da olsa, anne anneliğini ihmal etmemeli. Kendisine örnek alamayacağı bir babası olan çocuk, elbette bazı şeyleri kaybetmiş olur. Ancak annesini kaybeden çocuklar, her şeyini kaybeder. Kahraman annelik hikayeleri olmayan toplumlarda, kahraman evlatlar nasıl yetişecek?
Sait ÇAMLICA
|
Yazarın değerli yazılarını bizimle paylaştığınız için teşekkürler rahmeli
İzniniz olursa bende nette karşıma çıkan ve beğendiğim bir yazısını eklemek istiyorum :)
Dikkat ettiyseniz yaban kazları “V” şeklinde uçarlar. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar. araştırma sonucunda su verilere ulaşmışlar;
1-) "V" seklinde uçulduğunda, uçan her kus kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akimi sağlıyormuş. Böylece "V" seklinde bir
formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde yetmiş oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.
Kıssadan Hisse: Belli bir hedefi olan ve buna ulaşmak için bir araya gelen insanlar, birbirlerinde hız ve haz alarak hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirler.
2-) Bir kaz, "V" grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akiminin dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor.
Kıssadan Hisse: Eğer kafamız bir kaz kadar çalışıyorsa; bizimle ayni yöne gidenlerle bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli kılarız.
3-) "V" grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda yorulunca en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz grubun her noktasında yer almış ve aynı oranda yorulmuş oluyor.
Kıssadan Hisse: Yaptığınız her işi, yeri ve zamanı geldiğinde başkasına bırakmak gerekiyor.
4-) Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar.
Kıssadan Hisse: İlerlemek ve yol almak için bazen başkalarının uyarılarına gereksinim duyarız. Bundan alınmamalıyız; tam aksine, böyle uyarıları sevinç
ve takdirle karşılamalıyız.
5-) Gruptaki bir kus hastalanırsa veya bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kusa yardim etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta/yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene (veya eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar.
Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor.
Kıssadan Hisse: Adam olmak sadece insanlara özgü değil....
-Sait Çamlıca-
|
Makam, sorumluluk demektir. İnsanın makamı yükseldikçe, sorumluluğu da artmaktadır. Emrinde çalışan insanların sorumluluğu, alınacak kararların sorumluluğu, emanetinde ki paranın harcanma sorumluluğu…
Bir konferansım için beni almaya gelen şoför arkadaşla sohbet ediyorduk. Bir bölge müdürünün şoförlüğünü yapan arkadaşın, kullandığı arabaya özen gösterdiği belliydi. Birkaç gün önce arabasında arıza meydana geldiğini anlattı. Servise götürmüş, yüklü bir miktar istemişler. Az çok araç tamirinden anlayan şoför, parçayı satın alarak kendisi değiştirmiş. “Milletin parası Hocam! Yazıktır günahtır o kadar paraya!” dedi şoför.
Bu bakış açısı çok hoşuma gitti. Kendi kendime, “Acaba şoförlüğünü yaptığı Genel Müdür, bu şoför kadar hassas mıdır devletin – milletin parasına?” diye düşünmeden edemedim.
Şoförün sorumluluğu, kullandığı o araba kadardır. Arabanın bakımı, düzgün kullanması, kendi özel işlerine kullanmamsı gibi sorumlulukları var. Sabah akşam gezdirdiği Genel Müdür, tüm kurumun sorumluluğunu taşıyor. Sorumluluk, “hesabı sorulacak çerçeve” demektir. Herkes kendi çerçevesinden sorumludur.
Herhangi bir devlet kurumunda çalışan bir memurun sorumluluğu, devletin malını korumak ve millete hizmet etmektir. “Devlet malı” ifadesi, aslında dilimizin alıştığı, çok yanlış bir ifadedir. Çünkü devlet, birey olmadığı için, mal sahibi de olamaz. Yani, devletin malı yoktur, milletin malı vardır. Devlet malını hor kullanan, devlet malını soyan kişi, milletin malını hor kullanmış, milletin malını soymuş olur.
Yöneticinin kerameti!
İstanbul’un fethini yapan, Peygamber müjdesine nail olan Sultan Fatih, şanlı zaferin manevi mimari Akşemseddin’i ziyarete gider. “Efendi Hazretleri! Size bir maksat için gelmiştim. Birkaç gün beni halvete koyup irşad edin. Dünya nimetlerinden gına geldi. Taç ve tahtımı terk edip, senin yanında Hakk’a hizmet yolunda ibadetle ömrümü geçirmek istiyorum.”
İstanbul’un fethi esnasında Akşemseddin’in gösterdiği kerametler, Sultan Fatih’i hocasına tekrar hayran bırakmıştı. Dünyadan el – etek çekip inzivaya çekilmek istiyordu. Fatih Sultan Mehmet ne kadar ısrar ettiyse de, hocasını ikna edemedi. Bunun üzerine Sultan Fatih; “Herhangi birisi gelip böyle bir istekte bulunsa onu kabul ediyorsunuz da, beni niçin kabul etmiyorsunuz?” diye itiraz etti.
Akşemseddin’in Fatih Sultan Mehmed’e verdiği cevap, tüm yöneticilere örnek olacak, ışık tutacak bir cevaptır.
Akşemseddin; “Oğlum, senin Padişah olman daha hayırlıdır. Padişaha lazım olan şey halvet değil adalettir. Halvet, Saltanata aykırıdır. Sen halvete girince devleti kim idare edecek? Halvetin zevkini alınca saltanat gözünden düşer, halkın işleri aksar. Biz de sebep olduğumuz için günahkar olur, Allah’ın gazabına uğrarız. Halvetten maksat adalettir. Padişahlıkta adalet, velayet ve keramettir.”
Keramet, uçmak değildir!
Keramet sözünü ne zaman duysam, “Müminin feraseti, velinin kerametinden üstündür. Çünkü, keramet göstermek, feraset görmektir!” sözü aklıma gelir.
İmamı Azam Ebu Hanife’nin sohbetlerini dinlemeye, ilminden istifade etmeye her yerden insanlar gelirmiş. İlminin büyüklüğünü duyanlar, İmamı Azam’dan keramet beklermiş. “Bana bir keramet gösterir misiniz?” diye soranlara, İmamı Azam Ebu Hanife, çok anlamlı bir cevap verirmiş. Minderinden kalkıp, kendisinden keramet isteyen adamın yanına kadar yürür, “İşte keramet!” dermiş. Görmek, dokunmak, hissetmek, işitmek, tat almak, yürümek gibi kerametleri göremeyenler, kanatlanıp uçsanız bile, gerçeği göremezler.
Yaşadığınız toplum içinde hangi makamda, hangi mevkide olursanız olun, göstereceğiniz en büyük keramet, işinizi en iyi şekilde yapabilmektir. Bir toplumu adaletle yönetebilmenin ne kadar büyük bir keramet olduğunu, tarihi değiştiren adil yöneticilerin hayatlarından öğrenebilirsiniz.
Çalıştığınız işyerinde, herkes işten kaytarma yollarını ararken, işinizi en iyi şekilde yapabilme, aldığınız maaşın hakkını verebilme gayreti içerisinde olmak, çok büyük bir keramettir.
Her önüne gelen öğrenciye çarpan öğretmenlerin çok olduğu bir ortamda, öğrencilerine faydalı olmak için yüreği çarpan bir öğretmen, yetiştirdiği öğrencilerle keramet göstermiş olur.
Bulunduğu makamı, bir üst makama çıkmak için basamak olarak görenlerin çok olduğu bir ortamda, adil bir yönetim için gece gündüz çalışan bir yöneticinin gayreti, o makamın kerametidir.
Akşemseddin’in, Sultan Fatih’e söylediği, “Yöneticinin kerameti, adaletidir!” öğüdü, yönetenler ve yönetmeye talip olanların için, kulaklara küpe olması gereken bir öğüttür.
Sait ÇAMLICA
|
ne güzel paylaşımlar bunlar...
Kadına Anneliğini Geri Verin! ne güzel özetlemiş
özledi... dönecek..
|
Aa! Kimleri görüyorum?
Epeydir ortalıkta görünmeyerek yokluğunu hissettiren ve kendini özlettiren CAMBAZ bu!
Safa geldiniz ey CAMBAZ!
Sizi yakalamışken, bir hatırlatmada bulunmak istiyorum:
Yoğun olabilirsiniz, buna diyeceğimiz bir şey yok... Lâkin siz bu sitenin temel dinamiklerinden olduğunuz için, kırk günde bir de olsa sesinizi duyurunuz ey!
|
öncelikle yazarı uzun süre okumuşluğum yoktur farklı cam kenarları seçmişiz kendimize
bu konuda bu yazıyı yazdığınıda bi 5dk öncesine kadar da bilmiyordum
konu kalmış aklımda paylaşayım dedim şimdi daha konuyu uzatırrdım daha anlatırdım sinir ederdim...
bi bitir cambazzz...!!! ah şu cümleleri....
tmm susuldu
KADINLAR GİTTİĞİNDE..
...
"Kadınlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde yetim-öksüz kalan çok olur.
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...
Çekmecenin dibinde artık kimsesizdir eski tarak.
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker sarıkız.
Teki kalmış o eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir.
Koridor kimsesiz.
(.......)
Bir kadın gittiğinde...
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur aslında, bir kadın gittiğinde..."
*
....
"...Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki Dikkat etler duyulmaz, annesi gitmiştir geç kalmanın.
Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında. Ve bir kadın gittiğinde pek çok yetim bırakmıştır arkasında..."
BEKİR ÇOŞKUN
20 Mayıs 2009, Hürriyet Gazetesi
|
“Kontrolsüz güç, güç değildir!” sloganı, bir araba tekeri reklamının, çok sevdiğim sloganıydı, Bir güç, kendisine yön veren bir mekanizma tarafından kontrol edilmiyorsa, fayda değil zarar vermeye başlar. Güçlü kaslara sahip olan bir insan, zayıf bir karaktere sahip, kolay kullanabilen bir insan ise, kasları ona fayda değil zarara verebilir.
Bursa cezaevinde konferans verdikten sonra, salonun arka kısmında birkaç gardiyan ve bir mahkum beni bekliyordu. ‘Mahkumun bana soruları vardır’ düşüncesiyle yanlarına gittim. Gardiyanların ortasında duran mahkum bana, “Sait beni tanımadın mı?” dedi. Hem samimi bir şekilde konuşup hem de ismimle hitap edince, beni birine benzetmeyip tanıdığını anladım. Ancak yüzüne ne kadar dikkatli baktıysam da, çıkartamadım. Tanıyamadığımı söyleyince, “Ben Osman!” dedi. Ortaokuldan sınıf arkadaşım olan Osman’ı tanımıştım. Biz İmam Hatip Lisesi’ne devam ederken, Murat birkaç kişiyle birlikte Sanat Okuluna geçmişti.
Osman’la orada kucaklaştık. Ayaküstü sohbet ettik. Cezaevi müdüründen özel izin aldım ve bir müddet baş başa konuştuk. Liseden sonra memleketten ayrılmış. Başka bir şehre yerleşmiş. Evlenmiş, iki tane de çocuğu varmış. Çevresindeki bazı arkadaşlarının gazıyla, çek senet tahsilatı için birilerini kaldırmaya çalışmışlar. Sonunda kendisini cezaevinde bulmuş. İnsan, kendi sınıf arkadaşını cezaevinde görünce, bir tuhaf hissediyor kendini.
Güç Ahlakı!
Cezaevinden ayrıldıktan sonra ajandama “Güç ahlakı” diye bir başlık kaydettim. Ortaokulda İmam Hatip Lisesinde birlikte aynı sınıfta olduğumuz Osman, lise yılarında güreşçi olmuştu. Güreşçiler için, oyun tekniklerinden daha önemlidir, güçlü kaslara sahip olmak. Osman ve birçok genç, o yıllarda pehlivan olarak anılmaya başladı.
Benim o dönemlerden tanıdığım pehlivanların, hepsi olmasa bile, önemli bir kısmı, güçlü kasları yüzünden sıkıntılar yaşadılar. Bazıları cezaevine girdi. Gençlik yıllarının verdiği heyecanla, etraflarında bulunan insanların gaz vermesiyle suç işlemeye yöneldiler. Kasları güçlü olan, bir el-ense çekerek birkaç kişiyi tek başına yere serme gücüne sahip olan gençlere, onları yetiştirenler, gücü yönetme iradesi vermemişse, güç ahlakından bahsetmemişse, kontrolsüz bir güç ile hayata devam ediyorlar. Kontrolsüz güç, yoldan çıkartıyor gençleri.
Bir beden eğitimi öğretmeni, finale çıkacak maçı kaybetme pahasına, öğrencilerinin kurallara uyması gerektiğine dair aldığı karar yüzünden, çok eleştirildiğini anlatmıştı. Ahlak kaslarının, kol kaslarından çok daha önemli olduğunu bilen öğretmenleri eleştirmek değil, tebrik etmek gerekiyor.
Anne babalar, eğitimciler, yöneticiler, gençleri spor faaliyetlerine yönlendirirken, güç ahlakını ihmal etmemeli. Özellikle gençlerin eğitiminden sorumlu spor hocaları, antrenörler mutlaka güç ahlakı vermeli öğrencilerine.
Her yerde Ahlak
Çok güçlü bir araç için fren mekanizması ne kadar önemli ise, güçlü kaslara sahip olan bir insan için ahlak mekanizması da o kadar önemlidir. Ahlak freninden mahrum bir arabanın motorunun gücü arttıkça, topluma ve kendine zarar verme gücü de o oranda artar.
Güç, sadece kaslara ait bir özellik değildir. Makam, para, yetki, yetenek gibi, insana güç veren her şey için geçerlidir “Ahlaksız güç, güç değildir” kuralı.
Makam ahlakından yoksun bir insan, makama geldiğinde neler yaşandığına dair örnekler, makam ahlakının, makamın kendisinden çok daha önemli olduğunu gösteriyor.
Para kullanma ahlakına sahip olmayan bir insanın elindeki para, ona ve çevresine fayda değil, zarar verir. Paranın batırdığı insan sayısı, paranın kurtardığı insan sayısından fazladır.
Şöhret ahlakından mahrum insanların yaşadığı bunalımları medyada sürekli görüyoruz. Şöhret sahibi iken girdiği bunalımlar, şöhretini kaybedince bambaşka bunalımlara dönüşüyor.
Ahlaksız bir doktor, şifa değil, hastalık dağıtır. Bir hastanede çoğalan mikroplardan daha tehlikelidir bir doktorun kalbinde iş ahlakının olmaması.
Ahlaksız bir öğretmen, insan değil, canavar yetiştirir. Meslek ahlakından mahrum bir öğretmenin dilinden düşürmediği ahlak kavramı, öğrencilerini ahlaklı değil, ikiyüzlü yapar.
Ahlaksız bir müteahhit, bina değil mezar yapar. Depremlerde yaşadığımız acıların sorumlusu beton binalar değil, ahlaksız iş yapanlardır.
Ahlaksız bir şoför, trafik canavarı olur. Sarhoş bir şoförün kullandığı arabada yolculuk yapmayı kim ister?
Sözün özü, Ahlaksız bir güç, güç değildir.
Sait ÇAMLICA
|
Son günlerde, ‘malum’ gizli kamera görüntüleri üzerine konuşuluyor, yazılıyor, tartışılıyor. Türk siyaset tarihinin en yüz kızartıcı olayı olarak tarihe geçecek bir olay. Olay üzerinde çok şey yazıldı çok şey konuşuldu.
Olay medyada gündeme gelince arşivimde sakladığım bir yazım geldi aklıma. Ancak o yazıdan daha çok mahşer meydanını düşündüm. Nedense aklıma mahşer meydanı ve Yaratıcı karşısında vereceğimiz hesap geldi.
Dünyada ne iş yaparsanız yapın, ne kadar uzun yaşarsanız yaşayın, kaçınılmaz bir son bekliyor hepimizi. Ölüm ve hesap…
Sayın Abdurrahman Dilipak’ın, sık sık kullandığı biçimiyle hesap gününü tarif edeyim.
O öyle bir hesap günü ki, yapmanız gerekirken yapmadıklarınız için de hesaba çekileceksiniz, yapmamanız gerekirken yaptıklarınızın da hesabını verecekseniz….
Hesap gününde herkes kendi görüntülerini izleyecek. İnkar etmeye kimsenin hakkı da olmayacak gücü de yetmeyecek. Dünyada gizli kamera görüntüleri ortaya çıkan insanların yaşadığı utançtan binlerce kat daha büyük bir utanç yaşayacağız. Çünkü karşımızda eş, dost, akraba, tanıdık veya siyasi rakiplerimiz değil, Allah (cc) var.
Dünyada bile bu kadar utanç verici, yedi kat yerin dibine sokacak kadar yüz kızartıcı olan bir hadise, yaratıcının huzurunda, kim bilir be kadar zor olur.
Allah’ın (cc) huzurundasın ve sizin kasetleriniz, kayıtlarınız izleniyor! Aman Yarabbi! Ne zor bir an!
Omuzlarımızda ki kameramanlar tarafından kayda alınan kayıtların, dünyada ki gizli kamera kayıtlarından en büyük farkı, gizli olmamasıdır. Allah hepimizi bu kayıtlar konusunda bilgilendiriyor. Omuzlarımız da ki kameramanlardan da bizi haberdar ediyor, mahşerden de, hesaptan da bahsediyor Kuran’da. Yapmamız ve yapmamız gerekenleri de söylüyor. Kayıtlar gizli değil açık.
Omuzlarımız da ki kameralar, sadece ses ve görüntü kaydı da yapmıyor. Kim bilir kaç boyutlu çekim yapıyorlar? Üç boyutlu filmler moda oldu son yıllarda. Ancak hiçbir kamera niyetlerimizi kaydedemez. Ancak yaratıcı tarafından omuzlarımıza yerleştirilen kameralar, niyetlerimizi de kaydediyor.
Cami de namaz kılarken çekilmiş görüntüleri izlerken, kimler neler hissedecek acaba mahşer gününde? Allah rızası için mi namaz kıldığını, millete gösteriş için mi kıldığını çok net bir biçimde çeken kamera görüntüleri, kim bilir ne kadar utandırır insanı?
Nerede yalan söylediğimizi de anında tespit ediyor omuzlarımızdaki kameralar. Müşterisine yalan söyleyen sakallı bir esnafın yaşayacağı şaşkınlığa ne dersiniz?
Bir fakire yardım ederken, herkes bilsin, görsün diye milletin içinde sadaka (!) verenlerle, bir elin verdiğini öteki elinden bile saklayanlar arasında ki farkı bile gösterecek bir çekim sistemi var, omuzlarımızdaki kameraların.
Makam odalarında yapılan ihale pazarlıkları ile medya karşısında yapılan dürüstlük ve şeffaflık açıklamaları arasındaki fark çok net bir biçimde görülecek o kayıtlarda.
“Görmedim, duymadım, haberim yoktu!” diye itiraz edenlerin yüzlerine çarpılacak kamera kayıtları.
* * * * * *
Sayın Ali Ural’ın, bir kitap çalışmasından not aldığım bir örneği paylaşmak istiyorum sizlerle.
İngiltere’de insanlar sokak, tren, otobüs, stadyum, mağaza kısacası her yerde üç milyon kamera tarafından gözetleniyor. Beş bin radar da sürücüleri sürekli kontrol altında tutuyor. İngiliz İnsan Hakları Örgütü Liberty, uygulamanın insan hakların aykırı olduğunu açıkladı. Uygulamayı “casusluk” olarak niteleyen Liberty yetkilileri yakında elbiselere de kum tanesi büyüklüğünde elektronik cihazlar takılacağını ve insanların evlerinde bile izleneceğini ileri sürdü.
Habere göre İngiltere’de kameraların sayısı dört yılda yirmi beş milyona yükselecekmiş. Buda iki kişiye bir kamera düşecek anlamına geliyormuş.
Bu haberi kitabında paylaşan Ali Ural Bey, sonunda muhteşem bir yorum yapıyor;
Bana soracak olursanız iki kişiye bir değil, bir kişiye iki kamera düşmeli. Vatandaşın sağ ve sol omuzlarına yerleştirilen kameralardan biri suçlarını diğeri iyiliklerini çekmelidir.
* * * * * *
“Benim utanılacak bir kaydım yoktur!” diyebilen var mı? Ben bunları düşünürken utandım. “Yarabbi huzuruna nasıl çıkacağız? Sana nasıl hesap vereceğiz?” diye düşündüm ve utandım.
İlahi kameralar her yerde kayıt yapıyor!
Yazıyı bitirirken, aklıma, yıllarca keyifle dinlediğim bir ilahi geldi. O ilahinin birkaç mısrasıyla bitirteyim.
Ey rahmeti bol Padişah
Cürmüm ile geldim sana.
Ben eyledim hadsiz günah
Cürmüm ile geldim sana.
Senden utanmadım heman
Ettim hata gizli ayan
Vurma yüzüme el-aman
Cürmüm ile geldim sana.
Senin adın Gaffar iken
Ayıp örtücü Settar iken
Kime gidem sen var iken
Cürmüm ile geldim sana.
Sait ÇAMLICA
Eğitimci – Yazar
|
Ciğerler oksijenle, mide yiyecek ve içeceklerle beslenir. Ruhun gıdası ise, insanın en zor cevapladığı sorulardan biridir. Ruhu müzikle doyurmaya çalışanlarda var, ibadetlerle huzur bulanda. Hiçbir şekilde ruhunu doyuramayanlar, yaşadığımız yüzyılın en büyük sıkıntılarından biri olsa gerek. Sakinleştirici ilaçlarla ayakta kalanlar, alkolikler, ruh hatsallığına yakalananlar vs. Konumuz ruh değil, beyin. Beynin gıdası nedir?
Bilgi girmeli beyne. Okumak besler insan beynini. Okumak, buğday tanelerinin değirmentaşları arasına atılması gibidir… Her kitap, bir buğday tanesi gibidir… Zor yetişir… Ancak hayatı gıdamız olan, ekmeği elde edebilmek için buğdayın yetiştirilip un haline getirilmesi şarttır.
“Bir buğday tanesi nasıl oluşur?” sorusunun cevabı ile, “Bir kitap nasıl yazılır?” sorusunun cevabı birbirine yakındır. Önce tohum ekilir… Sonra o tohumun yeşermesi, sulanması, yaban otlarından temizlenmesi gerek.
Bir buğday tanesine verilen emek gibi emek verilir her kitap için. Bu emeğin yoruculuğunu da tadını da zihinsel sancı çekenler bilir. Kitapların oluşum sürecini anlatmak için kaleme almadım bu yazıyı. Zor meydana gelen bilgiyle, beyni beslemenin önemi anlatmak istiyorum.
Öğrenme durunca beyin duruyor!
Beyne giren bilginin insan üzerinde ki etkisi, gözle görülen bir şeydir aslında. Kıyafetin rengi, ayakkabının boyası, saçın şekli gibi, ilk bakışta gözle görülecek kadar somut olmasa da, bilgi insan üzerinde görünür. İnsanın konuşma biçimi, konuştuğu konular, ilgi alanları, güldüğü ve ağladığı her şey, bilgiyle ölçülür.
Bu konuya kafa yorarken, kendi arkadaşlarımdan birisi dikkatimi çekmişti. Lise yıllarında çokça beraber olduğumuz, birlikte çok gezip vakit geçirdiğimiz bir arkadaşımın, değişmeyen tavırları dikkatimi çekti.
1992 – 1993 Eğitim yılında, İmam Hatip Lisesi son sınıfta, birlikte öğrenciydik o arkadaşımla. Yaş olarak bende bir yaş büyük, kasları güçlü, yumrukları çok sert bir arkadaşımdı. Lise çağlarının getirdiği delilikleri de, bazen birlikte yaşardık. Birlikte gezdiğimiz gibi birlikte kavgalara da karışırdık.
Bir gün, ben bir kavgaya karıştım. Birkaç kişiden dayak yedim. Sonra biz onları dövmeye çalıştık vs. Bu süreç genelde böyle işler. En son dayağı ben yiyecektim. Beş altı kişilik bir grupla, beni dövmek için okulumuzun önüne gelen o gençleri, benim sınıf arkadaşım görmüş. Neyi beklediklerini sorunca, kavga etmek için geldiklerini anlamış. Dövmek için beni beklediklerini öğrenince, iyice sinirlenmiş. “Siz kim oluyorsunuz ki, benim okulumun önünde, benim en iyi arkadaşlarımdan birisini dövmek için beklesiniz? Ben varken Sait’e kimse dokunamaz. Dağılın buradan yoksa karşınızda beni bulursunuz!” diyerek hepsini okulun önünden uzaklaştırmış. O arkadaşımın hem kasları hem çevresi güçlü olduğu için, beni dövmek için bekleyen gençler dağılmışlar.
Bu olayı bana birkaç gün sonra anlattı.”Seni okul kapısında çok kötü dövecektiler, ben kurtardım! Haberin olsun!” dedi. Benim olaydan haberim yoktu. Kendisine teşekkür ettim.
Aslında yaşadığımız olay bundan ibaretti. Aradan yıllar geçti. Ben 1996 yılında liseyi okuduğum ilçeden ayrıldım. İstanbul’a geldim. Üniversiteyi bitirip öğretmenliğe başladım. Her yıl bir veya iki defa memlekete mutlaka uğrarım. Lise arkadaşlarıma ve gençlik yıllarımda ki dostlarıma karşı vefalı olmayı sevdiğimden, arkadaşlarımı da ziyaret etmeye çalışırım.
Beni dayak yemekten kurtaran o arkadaşımı da, her gidişimde ziyaret eder, birkaç bardak çayını içerim. Ancak ne zaman yanına gitsem, ikinci çayımızı içerken, “Hatırlıyor musun? Seni bir gün çok kötü dövecektiler, ama ben kurtardım!” diyor. Bir sene sonra tekrar çay içerken, aynı cümleyi yine kuruyor. Başka bir arkadaşla kendisini tanıştırsam, biraz muhabbet ettikten sonra, “Okulda Sait’i bir gün çok kötü dövecektiler. Dayaktan ben kurtardım!” diyor.
Yazarlığa başlayıp, kitaplar yayınlamaya başlayınca, yayınladığım kitapları duymuş beni dayaktan kurtaran arkadaşım. Bana telefon açtı. “Ya Sait, senin kitap yazdığını duydum. Şunlardan bana gönderde bir bakayım” dedi. Bende hemen gönderdim. Birkaç ay sonra memlekete gittiğimde, “Benim kitapları okudun mu?” diye merak edip sordum. “Yok okumadım!” dedi. “Senin gönderdiğin kitapları, evdeki dolabın camlı kısmına koydum. Gelen misafirlere gösteriyorum. ‘Bu kitabın yazarı benim sınıf arkadaşım. Bir gün bu yazarı dövecektiler. Dayak yemesine ben engel oldum’ diyorum” dedi.
Aslında yaşadığımız bu olay, birçok lise arkadaşının yaşadığı olaylardan farklı değil. Lise arkadaşlarıyla genelde lise hatıraları konuşulur. Ancak benim dikkatimi başka bir şey çekmişti. Sınıf arkadaşım, liseden sonra eline ne kitap ne kalem aldı. Evlilik, iş-güç derken yaşı kırklara gelmişti. Yaş ilerlemiş, saçlar beyazlamaya başlamış, yüzümüzde kırışıklar belirginleşmeye başlamış olmasına rağmen, o arkadaşımda değişmeyen tek şey, konuştuklarıydı. Liseden sonra beynine bilgi girişi durmuştu. Öğrenme durunca, beyinde durmuş.
Liseden sonra kafasına yeni bir bilgi girmediği için, konuşacak yeni bir şeyi olmayan o kadar insan tanıyorum ki. “Öğrenme durunca beyin duruyor!” gerçeğini fark ettim. Bu gerçek sadece lise mezunları için geçerli değil. “Bizim zamanımızda böylemiydi?” diye başlayan herkes için geçerlidir. Kendi zamanlarında kalmışlar. Maalesef birçok öğretmende de aynı takılmayı görüyorum. “Bizim öğrenciliğimizde böylemiydi?” diye söze başlayan öğretmen, kendini geliştirmemiş, kendini yenilememiş demektir.
Bu yazıyı yazmama sebep olan ve yazıya da başlık olarak attığım o güzel sözle bitireyim. İnsanın beyni değirmentaşına benzer, içine bir şey atmazsanız kendi kendini öğütür.
Sait ÇAMLICA
|
Lise yıllarında onu dayak yemekten kurtaran arkadaşının, Sait Bey'in kitaplarını okumaması ve hava atmak için kullanması hoşmuş yahu!
Sait Bey, kendisini dayak yemekten kurtaran arkadaşının, nasılsa bu yazısını da okumayacağını bildiği için biraz rahat mı davranmış sanki, yoksa bana mı öyle geldi?
Söz konusu arkadaşı bu yazısını okusa, "işte benim özlemle beklediğim, benden bahseden yazı" diyerek Sait Bey'i tebrik bile ederdi belki, kimbilir.
Ancak biz işi şansa bırakmayalım ve değerli yazıları sabebiyle bunu ziyadesiyle hakkeden Sait Çamlıca'yı tebrik edelim ve kalemine kuvvet dileyelim.
|
İhanet sadece eşe yapılmaz…
Aile içi ilişkilerde, en sarsıcı olanı ihanet olsa gerek. İhanet eden ister erkek olsun ister bayan, aileye en büyük yarayı vurmuş olur. Güven sarsılması, ailede deprem etkisi yapar. Bu depremin altında bütün aile kalır. Bir eşin ihanetine engel olmak için alınabilecek tedbirler ,benim konum değil. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, “Allah’a vereceği hesaptan korkmayanlar, eşlerine verecekleri hesabı düşünmezler.”
Kocasını kıskanan bir kadının, her gün eşinin cep telefonunu kontrol etmesi, ihanet etmeye niyeti olan bir erkeği caydırır mı? Sosyal paylaşım sitelerinde eşinin şifrelerini alarak, ihanetten kendini korumaya çalışmak, böyle bir deprem yaşanmasına engel olur mu? Değil evliler, sevgili olanlar bile, sevdiklerinin tüm şifrelerini elinde bulundurarak kendilerine bağlamaya çalışıyorlar! Hiçbir kadın, eşini, gece gündüz takip ederek, kendisine ihanet edilmesine engel olamaz. Aynı şeyin tam tersi de geçerlidir. Hiçbir erkek, eşi Allah’tan korkmuyorsa, eşini takip ederek ihanete engel olamaz.
Aile içi ihanetin nasıl engelleneceğinden veya kadın ya da erkek üzerinde ki etkisinden bahsetmeyeceğim. Aile içi ihanetin, çocuklar üzerinde ki etkisinden bahsetmek istiyorum.
Bir çocuğu veya genci düşünün. Onlar için dünyanın en güvenilir insanları anne ve babalarıdır. Annesine güvenini kaybeden bir erkek çocuğu, evlendiği eşine güvenmekte zorlanacaktır. Babasına güvenini kaybeden bir kız çocuğu evlenince hem kendisi için hem de eşi için hayatı çekilmez hale getirecektir.
Lise son sınıfa giden bir kız öğrencimin, babasına olan güvenini kaybetme sürecine şahit olmuştum. Babasından bahsederken gözlerinin içi parlayan kız öğrencim, babasının cep telefonunda bir bayanla mesajlarını yakalayınca, büyük bir şok yaşıyor. Yanıma geldiğinde bu olayı bana anlatmakta çok zorlandı. Babasından bahsederken nefretle boşluğa bakıp, “Bunu annem gibi bir kadına nasıl yapar?” diyordu sürekli. Olayı annesine anlatmaya da cesaret edemediği için gece gündüz içinde kin büyütüyordu. Babasının evde annesine sergilediği yapmacık sevgi gösterileri, babasından daha çok nefret etmesine sebep oluyordu. “Bu kadar ikiyüzlü bir adam işte benim babam!” diyordu.
Bir erkek öğrencim, annesini ağlatan babasını öldürme planları yaptığını anlatmıştı. “Annemin hıçkırıklarını, Allah’a sığınma dualarını duydukça, çocukluğumun en büyük adamı olan babam, gözümde küçüldükçe küçüldü” demişti. “Annem Allah’tan korktuğu ve bize sıkıntı yaşatmak istemediği için hep gözyaşlarını içine akıtarak sustu. Ben Allah’tan korkmasam, annemin frenlemeleri olmasa, hem babamı hem de birlikte olduğu diğer kadını çoktan öldürmüş olurdum” diyerek yaşadığı süreci anlattı bana.
Aile içi ihanetin çocukları üzerinde ki etkisiyle ilgili söylenecek çok söz var aslında. Ancak benim arşivimde ki en çarpıcı örneği, bir konferans dönüşünde eski bir öğrencim anlatmıştı.
Çanakkale’den dönüyordum. Araba vapurunda hava almak ve denizi seyretmek için balkon kısmına çıktım. Yolculuklarım sırasında duymayı en çok sevdiğim sözü duydum. “Hocam nasılsınız?” diye bana elini uzatan öğrencimin adını hatırlamasam da, kendisini tanımıştım.
Ayak üstü muhabbet ettik yol boyunca. O muhabbet esnasında, “Aile” merkezli en büyük hayat dersini dinledim.
Üniversite okumanın artıları ve eksilerini uzun uzun konuştuktan sonra, bana sınıflarından okuyan, daha 18 yaşını yeni doldurmuş bir kız öğrenciden bahsetti. Sınıfın güzel kızlarından birisi olan arkadaşı, erkeklerle gezmek, erkeklerle birlikte olmaktan başka hiçbir şeyle ilgilenmiyormuş. Üniversiteye ailesinden uzaklaşıp hayatını yaşamak için gelen biri gibi yaşıyormuş. İkinci sınıfta olmasına rağmen, üniversite’de adı çıkmış bu kızın. Öğrencim bu kızla yaptığı bir konuşmasını anlattı bana. O’nun ağzından dinleyelim…
“Kantinde kalabalık bir arkadaş grubuyla oturuyorduk. Diğer arkadaşların işi çıkınca yavaş yavaş dağıldılar. Ben o kızla baş başa kalmıştım. Birazda morali bozuktu. Bir sıkıntısı olup olmadığını sordum. Önce pek açılmak istemedi. Biraz muhabbet ettikten sonra açılmaya başladı. Yaşadığı hayattan, üniversiteye girdikten sonra yaptıklarından duyduğu vicdan azabından bahsetti. Ben hayatından memnun olduğunu sandığımdan şaşırmıştım.
Ailesinin muhafazakar bir aile olduğunu biliyordum. Niye böyle bir hayat yaşamayı tercih ettiğini merak ediyordum. Arkadaş çevresinden mi etkilenmişti? Merakımı gidermek için bunu kendisine sorduğumda aldığım cevaba çok şaşırdım. “Babam kırk yaşını geçtiği halde, anneme ihanet edip keyfine göre yaşarken utanmıyor da, ben mi utanacağım!” dedi.
Ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. “Nasıl yani?” diye sordum. “Babam, hovardalıkları yüzünden annemi defalarca ağlattı. Babam arkadaşlarına namus ve ahlaktan bahsederken ben sinirlenirdim. Sanki kendisi çok ahlaklıymış gibi konuşmayı çok severdi.”
İhanet evdeki eşe değil, çocuklara da yapılıyor aslında. En acı sonucu, “Çocuklarda ki ahlak ve namus algısının kirlenmesi” olsa gerek. Hanımına ihanet eden erkek, eşine değil, kızının namus algısına ihanet etmiş olur.
Anlık zevkleri peşinde koşanlar, bu gerçeği bir kez daha düşünmeli.
Sait ÇAMLICA
|
Öğretmen Arkadaşlarıma…
Kitap okuma alışkanlığı kazandıramadığı bir öğrenciye, sadece sözcük türlerini ezberletiyorsa bir Türkçe öğretmeni, tuttuğu nöbetin hakkını vermiş olur mu? Bir milletin dinini yok etmek isteyenlerin, önce o milletin dilini yozlaştıracağını öğrencilerini öğretmek, nöbet tutmanın sorumlulukları arasında değil mi?
Tarih şuuru ve bilinci vermeyen bir tarih öğretmeni, Kosova savaşının maddelerini öğrencilerine ezberletiyorsa “sınıfta nöbet tutmanın” ne demek olduğunu anlayıp anlamadığını sorgulamak zorundayız.
Çanakkale savaşının tarihini ezberletip, metre kareye altı bin mermi düşerken tekbirlerle düşman üzerine koşan Mehmetçiğin manevi dinamiklerinden bahsetmiyorsa bir tarih öğretmeni, nöbet sorumluluklarını tekrar gözden geçirmek zorunda değil mi?
Türkiye’nin hangi coğrafi bölge içerisinde olduğunu öğrencilerine ezberleten bir Coğrafya öğretmeni, topraklarımızın jeopolitik önemini kavratamıyorsa, mesleki nöbetini tekrar gözden geçirmek zorunda değil mi?
Düşünen insanların hayatlarını ezberleten bir felsefe öğretmeni, öğrencilerine düşünme ve tefekkür etme alışkanlığı kazandırmak için çaba sarfetmiyorsa sadece “felsefe” yapmış olmaz mı?
Üç bilinmeyenli denklemleri çözmenin formülünü ezberlettiği bir öğrencisine, hayatın iniş çıkışlarla dolu bir yolculuk olduğunu, zorlukların insan hayatının biley taşları olduğunu da anlatmak zorunda değil mi bir Matematik öğretmeni? Zor günlerde hayatla mücaddele etmenin formüllerini kim öğretecek öğrencilere?
Bir Geometri öğretmeni, öğrencilerine üçgenin iç açılarının toplamını öğretip, insanlığın iç acılarını öğretemiyorsa, tuttuğu nöbeti sorgulamak zorunda değil mi?
Bir Fizik öğretmeni öğrencilerine sürtünme kuvvetini öğretip, ülkemiz içinde yaşanan sürtüşmelerin, sağ sol kavgalarının, Alevi-Sunni tartışmalarının, Kürt-Türk ayırımının, kısacası, kısır ideolojik tartışmaların sosyal yapımızı nasıl tahrip ettiğini anlatmıyorsa, nöbetinde uyumuş bir asker kadar suçlu değil mi?
İvme kurallarını ezberlettiğimiz kadar ahlak ivmesini kaybetmenin sosyal yaralarımızı nasıl derinleştiğini de anlatmak zorunda değil miyiz öğrencilerimize?
İki hidrojen ve bir oksijenin (H2O) birleşmesinden suyun meydana geldiğini ezberletip, rüşvet ve adam kayırmanın devlet çarklarını ne hale getirdiğini öğrencilerimize anlatamıyorsak, neyin nöbetini tuttuğumuzu tekrar gözden geçirmek zorundayız.
Hücreler arasındaki savaşta mikropların nasıl yok edildiğini öğretip, insanlığın geleceğini karartan, sosyal bünyemizi tahrip eden mikroplarla (içki, kumar, fuhuş, eroin) nasıl mücadele edeceğimizi de öğrencilerimize anlatmak zorunda değil miyiz?
“İnsan bir ağacın yanından geçerken onun varlığına nasıl hayran olmaz, onun varlığından nasıl mutlu olmaz” diyen Dostoyevski’nin sözünü, öğrencilerinin yüreğine işleyemeyen bir Resim öğretmeni, bir yaprak resmi çizdirerek sınırda nöbet tutmuş olur mu?
Spor yapmanın insanı daha sağlıklı hale getirdiğini, spor yapanları seyretmenin (futbol fanatizmi) insanın sadece zamanını öldürdüğünü öğrencilerine öğretemeyen bir Beden eğitimi öğretmeni, öğrencilerine sağa-sola dönme kurallarını öğreterek mesleki nöbetini tutmuş olur mu?
Yaprakların hışırtısını, suyun şırıltısını, rüzgarın uğultusunu dinlemesini öğrencilerine öğretemeyen bir müzik öğretmeni, dor-re-mi- fa diye başlayan notaları çocuklara ezberleterek Müzik dersi vermiş olur mu gerçekten?
Namaz surelerini öğrencilerine ezberletip, yalan ile imanın aynı kalpte duramayacağını öğrencilerini öğretemiyorsa bir din kültürü öğretmeni, nöbet yerini terk etmiş olmanın hesabını Allah’a verebilir mi?
“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyen Hz. Peygamberin ahlakını öğrencilerini aşılamadan, 32 farzı ezberletmek, nöbet tutmak anlamına gelir mi?
Askerine Peygamberinin ismini (Mehmetçik) veren “tek” millet olduğumuzu öğrencilerine öğretebilen bir din kültürü öğretmeni nöbetinin bilincine varmıştır.
* * * * * *
Bu ülke, bunca sıkıntıya rağmen hala düşman işgaline uğramamışsa, sınırda ve sınıfta nöbetini tutan, tuttuğu nöbetin bilinciyle mesleğini icra edenler sayesindedir.
Allah sınırda ve sınıfta tuttuğu nöbetin bilincinde olanların sayısını artırsın.
Tüm Öğretmenlere yeni görevlerinde başarılar dilerim.
Sait Çamlıca
|
Slogan atan gençlerden değil, okuyan ve düşünen gençlerden korkarlar
“Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları herkesin içini ferahlatıyor belki. Sokakların hareketlenmiş olmasına, duygusal yönden baktığınız zaman, sevinebilirsiniz de. “Millet tepkisiz değil” düşüncesiyle içiniz de ferahlıyor olabilir. Sokakların hareketliliğine alışık bir milletiz.
Ancak sokaklara dökülmüş olmanın tehlikeli bir yanı var. “Biz sokaklara çıktığımızda kolay kullanılabilen” bir milletiz.
1980 öncesi sokaklar çok hareketliydi. Bazen sağcı bazen solcu gençler sokaklarda slogan atıyordu. Attıkları sloganlarda hepsi “hak, özgürlük, emek, vatan, millet” gibi kavramlara vurgu yapıyorlardı.
Sokaklara dökülmüş olan insanları yönlendirenlerin onları nasıl kullandığını bugün daha iyi biliyoruz. Ülkemizi bölmek ve milletimizi birbirine düşürmek isteyen güçler sokaklarda “slogan” atan gençlerin ellerini silahları verip yıllarca kardeş kanı akıtmadılar mı?
Slogan atan sağcı gençlerle, slogan atan solcu gençlerin ellerindeki silahların aynı fabrikalarda üretildiğini bugün hepimizi biliyoruz.
Alevi Sunni tartışmalarında da aynı sokak ve slogan oyununa gelinmedi mi? Sivas olaylarında “manevi değerlerine saldıran” insanlara karşı slogan atan kitleyi “insan yakan ve insan yakarken ateşin etrafında tekbir getiren bir grup” gibi göstermeye çalışmadılar mı?
“Türkler bizi aç bıraktı” düşüncesiyle dağlara çıkan bir Kürt delikanlısı nasıl bir oyuna geliyorsa, “Kürtler kalleş ve haindir” diyen bir Türk genci de aynı oyuna gelmiş demektir.
Hakkari’den Edirne’ye, Kars’tan İzmir’e kadar bu toprak ve bayrak altında yaşayan, Türk-Kürt-Laz-Gürcü-Çerkez farkı gözetmeden kardeş olduğumuzu, tüm dünyaya haykırmaya devam ettiğimiz sürece, bu toprakları kimsenin bölüp parçalayamayacağına emin olabilirsiniz.
Amigolar gol atamaz.
Elbette bir maç esnasında sahaya koşturan takıma moral vermek için amigolar destek verirler. Ancak hiçbir amigo gol atamaz. Değil bin tane, yüzbinlerce amigo, saatlerce “goooolll!” diye bağırsa gol olmaz. Ancak iyi yetişmiş, ekip ruhuyla hareket eden, karşı takımın oyunlarına gelmeyen, düşmanın artı ve eksilerini iyi bilen 11 kişilik bir ekip “doğru zamanda, doğru hareketleri yaparak” karşı takımı yenebilir.
Çanakkale savaşıyla ilgili yorum yapan batılı bir tarihçi; “Evet, biz bu savaşta kaybettik. Ancak onların okuyan, düşünen ve iyi yetişmiş koskoca bir nesli de yok olmuş oldu. En azından böyle bir kazancımız var!” diyor.
“Şehitlik” gibi manevi bir dinamikle güç alıp hareket eden milletlerin “amigolara” değil “okuyan, düşünen ve kendini yetiştiren” gençlere ihtiyacı var.
Emin olun “slogan atan gençlerden” kimse korkmaz. Çünkü biz her şehit cenazesinde aynı sloganları yirmibeş yıldır atıyoruz. Kimse slogan atmasın, sokağa çıkıp eylem yapmasın demiyorum.
Bu ülkeyi seven, bu ülkenin geleceğini düşünen akıllı gençlerin asıl yürüyüşü, mitingler bittikten sonra, evlerine dönünce başlar. Bir genç evine gittikten sonrada uyanık olmak zorundadır.
“Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” diye slogan atan bir genç, yürüyüş bittikten sonra, internet cafe’ye gidip, “ABD’nin Irak’ı işgal ettiği simülasyon” oyunlarında saatlerce vakit geçiriyorsa, oynanan oyunu anlamamış demektir.
“Kahrolsun ABD!” sloganı atan bir genç, mitingden sonra McDonald’s ta arkadaşlarıyla Hamburger yiyip, Coca Cola içiyorsa, akşam evine gidince de Hollywood yapımı filmlerle vakit geçiriyorsa, ABD’liler bu sloganlara sadece gülmez mi?
Sokakta yürüyen bir genç evinde uyumamalı.
Uyanık olun!
Sait ÇAMLICA
|
En Büyük Vatansever Kimdir?
Biz cephelerde hiç kaybetmedik.
Sokaklarda ise hiç kazanamadık.
Bunu çok iyi bildikleri için cephede vur-kaç taktiği yapanlar, gençlerimizi sokağa döküyor. Ülkemize yapılan haince saldırılara elbette tepki verilmeli. Ancak duygusal anda tepki vermek "vatanseverliğin" sadece bir parçasıdır.
"En büyük vatansever" şehit cenazeleri olunca tepki veren kişi değildir!
* * * * *
"Bizi de askere alın. Bu vatan için ölmeye hazırız! Bizde devletin emrindeyiz" gibi cümleleri bugün herkes söylüyor.
Devlete hizmet edip, şehit olmaya hazırız diyen bir esnaf, müşterilerine kazık atıyorsa, yalan-dolanla iş yapmaya çalışıyorsa "vatanseverliği" sloganda kalmış olmaz mı?
Her ay devletten vergi kaçıran bir esnafın, "Vatan sana canım feda!" sloganları atıyor olması bir çelişkiyi göstermez mi?
"Bende ölmeye hazırım!" diyen bir doktor, hastanesine gelen hastalarla ilgilenmeyip, hastalarını muayenehanesine yönlendirip, özel muayene olanlarla daha çok ilgileniyorsa buna "vatanseverlik" diyebilir misiniz?
Tapu müdürlüğünde memur olan birisi "Bende ölmeye hazırım!" dedikten sonra "rüşvetsiz" imza atmıyorsa ülkesine olan sevgisi sorgulanmaz mı?
Devletin herhangi bir kademesinde çalışan devlet memuru "beni de askere alın!" dediği halde, yanına gelen vatandaşla ilgilenmiyor yada işlerini aksatıyorsa "Vatan sana canım feda!" cümlesini haykırması çelişki değil midir?
"Biz bir ölür, bin diriliriz!" sloganı atan bir öğretmen, sınıfındaki öğrencilerle yeterince ilgilenmiyorsa, fidanların kurumasına göz yuman bir bahçıvan kadar suçlu olmaz mı?
Öğretmenler lokalinde her akşam "okey" oynayan bir öğretmenin, öğrencilerine sınıfta "vatan, millet, Sakarya" edebiyatı yapması sadece edebiyattan ibaret kalmaz mı?
Bir meslektaşım bana gönderdiği mail de diyor ki;
Sabah 1. dersin ortasında sınıftan çıkıp, öğretmenler odasında TV karşısına geçip, magazin programları izleyen bir Öğretmen "Her şey Vatan için!" sloganı atıyor. Bu olayı bizzat kendi gözümle gördüm.
Yazıma başlık olan sorunun cevabına gelelim.
"Hepimiz Mehmetçiğiz!" sloganını bende çok seviyorum. Peygamberinin ismini ordusuna veren bir medeniyetin çocuklarıyız. Toplum olarak "Hepimiz Mehmetçiğiz" sloganı attıktan sonra, gerçekten vatansever olup olmadığımızı ispat etmek istiyorsak "işimizi" doğru yapmak zorundayız.
En iyi doktor, hastalarıyla en çok ilgilenen, hastanın cebine değil, kalbine bakan doktordur. "Ben de Mehmetçiğim!" sloganını atan doktor, hastalarıyla ilgilenmiyorsa, hem kendini hem başkalarını kandırıyor demektir.
En iyi esnaf, vergi kaçırmayan, müşterisini kazıklamayan esnaftır. "Ben de teröristlerle çatışıp ölmeye hazırım!" sloganlarını attıktan sonra vergi kaçırmaya devam ediyor, müşterilerini kandırmaktan vazgeçmiyorsa neye yarar?
En iyi devlet memuru, vatandaşın işini en hızlı halleden memurdur. Çalıştığı devlet dairesini "Türk bayraklarıyla" donatan bir memur, rüşvet almak için kırk takla atıyorsa, ben o memura "keşke o bayrağı yüreğine de takabilseydin!" desem yanlış mı yapmış olurum?
Belediye sarayının girişine "rüşvet alan da verende melundur" hadisini astıran belediye başkan veya yardımcıları, çorba parası adı altında rüşvet yiye yiye göbeklerini ve cüzdanlarını şişirmişseler, belediye binasına astıkları Türk bayrağıyla kimi kandırmış olurlar
Bana sorarsanız en büyük vatansever, işini en iyi yapan insandır!
En doğru tepki!
Slogan atılmasına, tepki gösterilmesine karşı değilim. Kimse yanlış anlamasın. Elbette "milli" bir tepki verilecek.
Yüz tane genç düşünün. Her hafta başka bir mahallede düzenlenen mitinglere katılıp saatlerce slogan atıyorlar. Milli duygularımız okşanmış olur.
Bu yüz tane genç aralarında para toplasalar. İçlerinde üç kişi bu paralarla şehit ailesini ziyarete gitse ve ailenin ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olsa, "saatlerce slogan atmaktan" daha anlamlı bir tepki vermiş olmaz mı?
Şehit askerin eşi evinin elektrik faturasını ödeyemiyorsa "slogan" atan insanlar bundan utanmaz mı?
Şehit askerin çocuğu okul kıyafetlerini alamıyorsa ve siz, evinizin balkonuna kadifeden yapılmış bir Türk bayrağı asıyorsanız, düşünmek zorunda değil misiniz?
1984 yılından bu yana terör örgütüne şehit verip, her şehit cenazesinde "şehitler ölmez, vatan bölünmez!" diye slogan atıyoruz.
Yirmi yıl önce şehit olmuş bir askerin, genç yaşta dul kalmış eşi bugün ne yapıyor acaba?
On yıl önce daha kundakta "yetim" kalmış bir çocuk bugün hangi şartlarda yaşıyor acaba?
Ben bunları düşününce utanıyorum.
Ya siz?
Sait ÇAMLICA
|
|
|