Bir insan için Mekke ve Medine’yi ziyaret etmek, o insanın miladıdır. Kâbe’yi gören bir insanın “Ben yine eski benim, hiç etkilenmedim” demesi imkânsız denilebilecek bir durumdur.
Çok şanslıyım ki, ilk kez ve üç kez çok genç yaşta ve Ramazan ayında nasip oldu.
O topraklara özlem duyuyorsanız, gitme kararı alındığı andan itibaren garip bir heyecan duymaya başlıyorsunuz. Gören herkes size Kâbe’yi anlatıyor ama siz hala neyle karşılaşacağınızı tahmin edemiyorsunuz.
Cidde’ye ulaştığınızda ilk şoku uçaktan inerken yaşıyorsunuz. Kapıdan çıkarken hiçte alışık olmadığınız sıcak ve nemli hava yüzünüze çarpıyor.
İşlemler bittikten sonra otobüslere bindiğiniz andan itibaren Mekke’ye ulaşmanıza bir saat kalıyor. Yıllardır beklediğiz ana tam bir saat!
İnanın o bir saat geçmiyor.
Ve o büyük an! O yaşınıza kadar kullandığınız birçok deyim o an anlam kazanıyor; “nefesi kesilmek”, ”dizlerinin bağı çözülmek”, ”kalbi yerinden çıkacak gibi atmak”, ”beyni durmak” ... örnekler çoğaltılabilir.
Ve bir şey daha anlarsınız, kimse size Kâbe’yi anlatamamıştır ve sizde anlatamayacaksınızdır. Herkesin kullandığı klişe cümleyi ben de kurmak zorunda kalmıştım: “Anlatılmaz, Yaşanır”.
Ramazan ayında yaklaşık iki milyon insan umre için Arabistan’da buluşuyor.
Her milletten insanla, kadın erkek omuz omuza Kâbe’yi tavaf ediyoruz. Tavaftaki kalabalığı şöyle tarif etmeye çalışayım. Dimdik durduğunuzu düşünün, başınızı öne eğmeye çalıştığınızda önünüzde bulunan insanın başına çarpıyorsunuz. Ayağınızı yerde sürüyerek ilerliyorsunuz. Namazda secdeye vardığınızda diziniz omzunuzla aynı hizada oluyor. Ama bunların hiçbiri size sıkıntı vermiyor, şikâyet etmiyorsunuz. Orada geçirdiğiniz her an için Allah’a şükrediyorsunuz.
Tavafta, namazda olduğu gibi okunacak standart sure ve dualar yok. Tavafa girdiğiniz an müthiş bir dua seline de giriyorsunuz. Kimi Kur’an okuyor, kimi dua, kimi zikr…
Gözünüz Kâbe’de, kendinizi orada olduğunuza inandırmaya çalışıyorsunuz. Kâbe’ye dokunduğunuz an kalbinize bir elektrik akımı başlıyor. Kendimi dev bir mıknatısa dokunmuş gibi hissetmiştim. Ayrılamıyorsunuz, sürekli bir çekim var. Niçin ağladığınızı bile o an tarif edemiyorsunuz. Günümüz dünyasında ağlamayı unutup kararan kalplerimizi, Allah temizlememiz için bir fırsat veriyor sanki. İmkânınız olsa saatlerinizi orada geçirip en ufak bir yorgunluk hissetmezsiniz.
İftar saati yaklaşırken ne ile orucu açacağınızı düşünmenize gerek yok. Medine’nin zengin iftar sofraları Mekke’de olmasa da zengin, fakir herkes elindekini çevresindeki ile paylaşıyor. Orucunuzu açtığınız gibi karnınızı doyurup fazlasını çevrenizdekilerle paylaşıyorsunuz.
Ayrıca orada ilk keşfettiğiniz şeylerden biri de zemzemin inanılmaz özellikleri.
Ulaştığımız ilk gün ihramdan çıkmak için tavaf ve sa’y yapmamız sabah namazına kadar sürmüş, sahur yemeği yiyememiştik. Beş dakika içinde içebildiğimiz kadar zemzem içip, orucumuza niyet ettik. Arabistan’ın konumu nedeniyle oruç süresi Türkiye’den uzun olmasına rağmen hiçbirimiz o gün açlık ve susuzluk hissetmedi. Oruç açan bir insan bir bardak soğuk su içse midesinde keskin bir acı hisseder. Her gün orucumu iki litre soğuk zemzem içerek açıyordum ve en ufak bir rahatsızlık hissetmiyordum. Ve üçüncü bir mucize de zemzemin böbreklere gitmemesi. Sadece ter yolu ile atılıyor.
İlk kez ezanı duymak, ilk kez cemaate katılmak, ilk kez secde etmek, yüce kitabımızı ilk kez duymak gibidir, orada ilk namaz.
Ezanın başlamasıyla bütün vücudunuzu bir ürperti sarar. Ezan, çağrı vazifesini orada tam anlamıyla yerine getirir. Farz, ezandan 15–20 dakika sonra kılınır. İmamın, safları sık ve düzgün tutalım, ihtarıyla namaza başlanır. O an dünyanın merkezi Kâbe’dir. Bütün dünya Müslümanlarının bu noktaya yöneldiğini düşünmek, seccadendeki mihrap yerine kıblene, Kâbe’ye bakmak. Fatiha’dan sonra gelen toplu “Âmin” sesi. Biz günahkâr ve gafil insanlar burada böyle hissediyorsak acaba, imamımız Hz. Muhammed (sav) olsaydı neler hissederdik, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Ve gül yurdu Medine. Mekke karmaşa ve gürültülü bir şehirken Medine aksine huzurlu, sakin, insanı dinlendiren yapısı olan bir şehirdir.
Mekke’de olduğu gibi kadın erkek karışık ibadet etmiyoruz. Mescid-i Nebevi’yi cami gibi kadınlar ve erkekler için ayırmışlar. Bu nedenle de Peygamber Efendimizi ancak belirli saatlerde, belirli sınırlar içinde ziyaret edebiliyoruz. Kâbe’yi ilk göreceğiniz zamandan daha farklı bir heyecan oluyor, ilk ziyaret.
İsterseniz huzura çıkmadan kumluk olarak adlandırılan bölüme oturup Kur’an okuyorsunuz, başınızı kaldırdığınız zaman Yeşil Kubbe karşınızda. O an Peygamber Efendimizin sizi canlı olarak dinlediği hissine kapılıyorsunuz. Sonra hadis-i şerif aklınıza geliyor ve duygunuz mantıklı geliyor.”Vefatımdan sonra kabrimi ziyaret eden sağlığımda ziyaret etmiş gibidir.”
Medine’de dünyanın en büyük iftar sofrası kurulur. Bütün avluya önce kilimler ortalarına naylon sofralar serilir. İkindi namazının kılınmasıyla insanlar sofralara oturmaya başlar. Sofra sahipleri o an yoldan geçen insanları bile sofralarına davet ederler. Zengin fakir ayrımı yoktur. Zengin gurur yapmaz, fakir çekinmez. Sağında Sudanlı, solunda Pakistanlı, arkanda Endonezyalı, karşında Ürdünlü. Dil bilinmiyorsa bile bakışlar ortak, kuruyan dudaklar, yapılan dualar ortak.
Yiyecek dağıtımı oldukça düzenli ve öyle bereketli ki, hepsini bitiremez kalanı yanımıza alırdık. Taze ve kuru hurma, portakal, elma, muz, ayran, meyve suyu, yoğurt, Arabistan’da neredeyse milli yemek diyebileceğiniz tavuklu pilav. Yüzbinlere dağıtılan pilavı bir kere bile soğuk yemedik.
Medine’de üç Ramazan Bayramı geçirdim. Bayram namazına küçüğünden büyüğüne en güzel elbiseleriyle gelirler. Bir aylık bebeklere bile dantelli elbiseler giydirilir. Hiçbir bayram
sabahını ibadetle geçirememişimdir. Bunun sebebi etraftaki insanlara bakmaktan kendimi alamamamdır.
İstenilmese de, sayılı gün geçer ve ayrılık vakti gelir. Bu ayrılığı kıyaslayabileceğiniz hiçbir örnek veremem. Ne eşten ayrılmaya benzer, ne evlattan, ne de anne babadan. Dönüş tarihine iki gün kala içinize sıkıntısı basar. O gün geldiğinde ise, kavuşmak insanı ne kadar mutlu ediyorsa ayrılmakta o kadar üzer.
Özellikle ilk gidişte, çünkü içinizde “ya bir daha nasip olmazsa” endişesi vardır. Ayrılık anı gelince ciğerlerim nefes alma görevini yerine getirmiyordu, arkamı dönüp gidemedim. Attığım her adımda içimden bir parça kopuyor gibi hissediyor, çaresizlik duygusuyla kıvranıyordum. Kâbe ve Ravza sesleniyordu arkamdan “hani yıllardır bizim hasretimizle yanıyordun, şimdi bizi bırakıp nereye gidiyorsun?”.
Kelimelerin bittiği, gözyaşlarının bile duygularınızı ifade etmeye yetmediği ender durumlardan biridir. Artık tek duanız kalmıştır sessizce tekrarladığınız “Allah’ım tekrar
tekrar gelmeyi nasip et!” (Amin).
Elhamdülillah, Allah tekrar tekrar nasip etti. Her gidişimden ayrı tat aldım. Ve her seferinde farkettim ki yaz tatilinde bile evimi, memleketimi özleyen, dönmek için acele eden ben; sadece Medine’deyken kendimi evimdeki kadar huzurlu hissediyor, memleket hasreti çekmiyordum.
Bu, dünyaya gelmiş en güzel ev sahibiyle ilgili olsa gerek.
Allah gitmek isteyen herkese, en yakın zamanda gitmeyi nasip etsin.
Kutsal Topraklardan Kareler
Yazarın, kutsal topraklardan çekmiş olduğu fotoğraflardan birkaçı...