Şu bilinmelidir ki gümrükler hiçbir İslâmî dönemde, Osmanlı döneminde olduğu kadar işlek olmamıştı…
Avrupa’dan Afrika’ya, Doğu Avrupa’dan Karadeniz’in öbür yakasına, Hicaz’dan en uzak ülkelere, Hint’ten Avrupa’ya tüm kavşak noktalar Osmanlı ülkesi üzerinde olduğu için çok büyük ve verimli bir gümrük ticareti yaşanmıştır.
Fehmi Şinnavî
Ne kadar acı. Hatırlıyorum da, 1980 öncesinde Osmanlı tarihi okuyanlar, “İslamcı” çevrelerde “şanlı tarih” hastalığını bir idam yaftası gibi boyunlarına asarak gezmek zorunda kalırlardı. O günlerin sözde tarih anlayışı “Asr-ı Saadet”ten sonrasını daimi bir iniş ve aldanış, ihanet, hadi yumuşatalım biraz, gaflet süreci olarak damgalıyordu. Eh, Osmanlı da iyi bir şeyler yapmıştı ama o da inişin son durağıydı sonuçta. Kendilerini çıkışta, yeni bir şafağın eşiğinde vehmedenlerin kadim hastalığı, onların da üzerlerine atmıştı zalim ağlarını.
Oysa düşmüşsek, düştüğümüz yerden kalkacak değil miydik? Nerede düştüğümüzü, nasıl düştüğümüzü bilmeden kalkma şansımız, hele hele bir daha tuzaklara düşmemeyi öğrenme şansımız olabilir miydi? O saflık atmosferi içerisinde bunun mümkünatına inananlar ne yazık ki çoğunluktaydı.
Etraf “mücahidler”den geçilmezken, bendeniz, elinde not defteri, Bursa’nın mezarlıklarını dolaşır, hem okuyacak kitap bulamadığı için mezar taşlarında Osmanlıcasını geliştirir, hem de bulabildiği bazı tarihî mezar taşlarının kitabelerini kayda geçirirdim. Hala ıslak bir mendil gibi saklarım o notları. Belki de o zamanlar kayda geçirdiğim bazı taşların yerinde yeller esmektedir bugün. Tabii “İslamcı” kardeşlerimiz tarafından yeterince aktif olmadığım için sık sık eleştirildiğim, pasiflikle suçlandım.
Yıllar geçti, bugün Osmanlı denilince bırakın “İslamcı” kesimleri, artık bir zamanlar ona karşı olan liberal, solcu, hatta bazı Kemalist çevrelerin bile tüyleri eskisi gibi diken diken olmuyor, onu en azından sanatıyla, edebiyatıyla, mimarisiyle, son zamanlarda ise emperyalizme direnişiyle yüceltmenin yollarını arıyorlar. Papa XII. Benedikt’in Türkiye’yi ziyareti sırasında, “laik” Cumhurbaşkanımızın kendisine vere vere Fatih’in ahidnamesini vermiş olmasını bu değişim çerçevesinde anlamlandırabiliriz ancak.
Demek ki Osmanlı, gerçek yerine, sağlıklı yerine oturuyor yavaş yavaş. Normalleşiyor, bir başka deyişle.
1923’ün hemen arkasından başlayan ve en yetkin ifadelerinden birini Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir İktisat Kongresi’ni açış nutkunda bulan “Türkleri sömüren Osmanlı hanedanı teması”, artık yerini, resmi düzeyde bile insanlığa model olacak eserlerle göğsümüzü kabartan daha seçmeci bir Osmanlı imajına bırakmaktadır. Bunun en çarpıcı misalini Sultan II. Abdülhamid’in 1909’den bu yana geçirdiği dönüşümde bulabiliriz. 1940’larda Abdülhamid’i savunmak cesaret isterdi, bugünse neredeyse ona saldırmak cesaret istiyor!
Tabii Kurtuluş Savaşı’nın ardından içine girdiğimiz “sömürgeci Osmanlı” sloganının bize Avrupa’dan, emperyalizminin sinsi propaganda makinelerinden empoze edildiğini görmemiz gerek. Emperyalizm Osmanlı topraklarında nereye işgalci olarak girdiyse ora halkına, Osmanlı’nın işgalci bir güç olarak ülkelerinin tepesine çullandığını ve onları sömürdüğünü, kendilerinin ise özgürleştirici ve uygarlaştırıcı bir şimşek gibi ülkelerinin üzerinde bir “nimet” gibi çaktıklarını göstermek telaşına düşüyorlardı. Amaç, Osmanlı’yı işgalci gibi gösterip kendi sömürü düzenlerini temize çıkarmak, meşruiyetlerine zemin hazırlamaktı.
Cezayir’de böyle, Kırım’da böyle, Suriye ve Irak’ta vs… böyle.
Mısırlı bir Osmanlı dostu, Muhammed Harb hoca, Arap alemindeki tarih ders kitaplarının birbirinden, hepsinin de İngiliz ve Fransız işgalcilerinden kopya edildiklerini söylemişti bir keresinde. Tabii bugün Arap alemindeki Osmanlı aleyhtarlığında bu tarafgir eğitimin inkâr edilemeyecek bir payı olduğunu söylememiz lazım.
Kaldı ki, bizim okul kitaplarında da yakınlara kadar Araplar hakkında benzer iftiralar yazılı değil miydi? Araplar bizi arkadan vurdu, lafları bize kakalanırken, Arap çocuklarına da ‘Osmanlı sizi soydu soğana çevirdi’ masallarını belletmişlerdi anlaşılan. Böylece yıllar boyu birbirimize durduk yerde kinlendik.
Peki kim kazançlı çıktı dersiniz? Yoksa Bush mu?
Oysa Arap aydını da uykusundan uyanıyor bizim gibi. Görüyor, bakıyor, okuyor ki, Arabı Türke, Türkü Kürde, Kürdü Çerkeze kötületenler, kırdıranlar, düşman edenler aynı mihraklar. Şerif Hüseyin’in nasıl oyuna getirildiğini Lawrence’in hatıralarından öğreniyorlar. Ve işte o zaman “Biz ne yaptık?” diye dövünüyorlar ister istemez.
Evet, biz ne yaptık? Nietzsche’nin delisinin haykırdığı gibi, güneşi nasıl silebildik ufuklarımızdan, okyanusu nasıl içebildik?
Güneş de, okyanus da, anlaşılıyor ki, ümmetin vahdetinin tezahürü olan Osmanlı imiş. Osmanlı, Ahmed Midhat Efendi’nin deyişiyle, bütün maddi tezahürlerin ötesinde “bir mana-yı mukaddes” imiş. Yani Osmanlı aslında yabancı bir madde değilmiş. Sen, ben, o, yani biz imiş. Bizim yüzümüzmüş. Kendi yüzümüz.
Bakın bir Arap aydını, Mısırlı Fehmi Şinnavî, Arapların Osmanlı’ya yaptıkları haksızları nasıl dillendiriyor:
Çoğu kimseler Osmanlıların Arap âlemindeki mevcudiyetini bir işgal olarak değerlendiriyor, hatta İngilizlerin Mısır’ı, Sudan’ı ve Fransızların Kuzey Afrika’yı işgalinden bahsederken kullandıkları dilden daha ağır bir dille Osmanlıya saldırıyorlar.
Evvela şunu sormak lazım: Eğer Arapların Endülüs’ten kovulmasından sonra Türk askeri Kuzey Afrika’ya yerleşmeseydi Hıristiyanlaştırma ve Avrupa işgali İspanya’dan Kuzey Afrika’nın iç bölgelerine kadar uzanacaktı… İkinci olarak şunu söyleyebiliriz: Osmanlının Arap vatanına girişi kesinlikle bir işgal olmamıştır. Şüphe yoktur ki, Osmanlı hangi İslâm beldesine girmişse orduyu oluşturan askerler orada hemen sivil hayata karışmış, halkla birleşmiş, evlilik, ticaret vb. yollarla neredeyse kendini hissettirmez hale gelmiştir. Bizim kanlarımızda Osmanlı kanı mevcuttur… Şu anda bile pek çoğumuzun soyu Osmanlıdan gelmektedir. Osmanlılar kesinlikle Fransız, İngiliz, İspanyol veya Amerikalılar gibi değildiler.
Şinnavi, daha da ileri giderek Arap aleminde hiçbir devirde Osmanlı devrinde olduğu kadar idarede özerklik tanınmadığını söyleyerek sözde “Türk işgali”ne karşı düzenlenen Urabi, Mehdi ve Şerif Hüseyin ayaklanmalarının nasıl büyük hüsranlarla sonuçlandığını ve bu isyanların İngiliz emperyalizmine nasıl hizmet ettiklerini de yazmaktadır. Bunları yazarken Saddam’ın Irak’ı nasıl işgal ettirdiğini bilmiyordu elbette yazarımız ama keskin bir öngörü sahibi olduğunu şu sözünden anlayabiliyoruz pekala:
Kimbilir gün gelecek, İsrailliler Arap başkentlerine girecekler; hem de yine bizi varsaydığımız işgalden kurtarmak için.
Yazara göre Osmanlı emperyalisttir suçlaması, İngiliz ve Fransız emperyalizminin bir oyunudur. Araplar büyük kardeşi, yani Osmanlı’yı düşmana, yani İngilizler ve Fransızlara tercih etmekle büyük bir hata işlediler. “Büyük kardeş tarafından yürütülecek kardeşçe bir yönetim yerine düşmana boyun eğmeyi tercih ettiler.” O Anadolu köylüsünün paralarıyla inşa edilen Hicaz demiryolu bile her şeyi anlatmaya yeter aslında. Araplar, kendi keselerinden tek kuruş çıkmadan dünyanın en modern bir demiryolu tesisine sahip olmuşlardı. Hangi emperyalizm Arap-İslam alemini birleştirecek böylesi büyük bir projeye imzasını atardı?
Kaldı ki, sözde Türk işgali altında Arap aleminde pasaportsuz, hür bir şekilde dolaşmanız mümkündü. Peki sözde bağımsız Arap devletleri bugün neden böyle ayrı gayrıdırlar acaba? Birbirlerinin vatandaşından neden vize, pasaport vs. istemektedirler? Osmanlı’nın Araplara güvendiği kadar olsun neden güvenmemektedirler birbirlerinin vatandaşlarına?
Ve öfkeli yazarımız Şinnavî, sözlerin en zehirlisini sona saklamıştır:
Şimdi Arap zirveleri ardı ardına toplanıyor; temel mesele ise İsrail’e ne kadar boyun eğileceği… Bu vazgeçiş ve boyun eğişin binde birini Osmanlıya yapsaydık şimdiye kadar elimize geçenlerin milyon katını kazanırdık.[1]
Tarih işte bazen bu kadar acımasız bir tokat gibi çarpar yüzümüze.
[1] Fehmi Şinnâvî, Hilafet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Çeviren: Sadık Ömeroğlu, İstanbul 1995, İnsan Yayınları, s. 127.
Mustafa ARMAĞAN
Bu mesaj, m1gin tarafından, 13.12.2010 01:27:52 itibariyle düzenlenmiştir.