Öykücü düşündü… düşündü ve aldı eline kağıdı kalemi. Aklından geçirdikleri vardı… Ali Rıza, Pamuk, Fındık ve şimdiye kadar dinlediği bütün yaşam hikayeleri bir bir geçti zihninden…
Heyecanlıydı nasıl bir gurbetin içine hangi oyuncularını koyacaktı. Gerçekten onların yaşadığı gurbeti anlatabilecek miydi? Her şey değişmişti. Yıllar yıllar öncesine gidip onların yaşadığı yokluğu, şimdide var olmayan saf hisleri nasıl anlatacaktı? Yalnız kalmak bütün bunları düşünmek ve yazmak istiyordu. Yıllardır yapmak istediği tek bir şeyin özlemi vardı daima derununda; “yazmak”! İnsanlara kapattığı dünyasını kelimelere açmak ve o şekilde var olmak istiyordu. Yazmak bir yetenek mi yoksa öğrenilebilir bir şey mi diye kafa yorarken kendini kitapların içine gömülü buldu. Anlatıyordu işte… nasıl yazılır, neler yapılır. Hiçbir zaman kurallara bağlı kalamamış içinden geleni olduğu gibi ortaya koymayı hep daha samimi bulmuş biri yıllardır hasretini çektiği şey için mi kurallara bağlanıverecekti? Yine yapamadı, yarım bıraktı okumalarını.
Anadolu’nun havasını soluyordu dünyaya göz açtı beri, tıpkı Ali Rıza gibi.
Ali Rıza bilemezdi, öykücü de bu satırların kahramanı olacağını… Öykücüye sebep olacağını. Ve kalem değmemiş nice güzellikler gibi o da varlıktan yokluğa geçiverecekti ki yakalandı! Ali Rıza’yı eskilere çok eskilere götürdü bıraktı, fakat oradan nasıl çıkartacağını bilemedi. Gerçekte olduğu gibi mi yoksa başka bir yol mu çizmeliydi ona? Mutlu mu etmeliydi yoksa bedbaht mı? Öykünün tamamlanması gereken sıkıntı verici günlerin birinde uyandı sabaha karşı. Gurbeti yaşamadan gurbeti anlatmaya zorladı kendini, sonunu getirmesi gerektiği öyküsünün başında buldu yine ama mutsuz değildi. Noktaya virgüle dokunmadan yazmak… yazmak, uzun uzun yazmak istiyordu. Kendi haline bırakılmışlığın rahatlığını bu defa bu öyküde aşsın da ortaya bir şey çıkarsın istiyordu! Küçük defterine baktı… İşte Ali Rıza orada hapsolmuştu. Yedi sene yaşadığı gurbet yetmiyordu da sanki şimdi de öykücü uzatıyordu ne zamandır bilinesi gerçekliğindeki gurbetini. “Kurtuluş savaşı günleriydi”… diye başladı önce ve anlattı kalemine değdiğince düşünceleri.
Kurtuluş savaşı günleriydi. Herkes yokluk içinde. Kimsenin kimseden isteyebileceği bir şey yok nerdeyse. Ekmek bulsalar katık, katık bulsalar ekmek yok. Bu yokluk her ne kadar yaşama direncini azaltsa da insanların, milli duyguları dipdiri ayakta tutmaktaydı onları. Ali Rıza’yı bütün bu olumsuzluklar içinde heyecanlandıran iki şey vardı: Biri yakında vatanını düşman elinden korumak için askere alınacak olması, diğeri de kalbinde baharlar açtıran Pamuk gibi birinin varlığı! O bayram günü uzaktan uzağa bakışlarının birbirine değdiği o an niyet etmişti Pamuk’un kaderi olmasına.
Aradan aylar geçti ama ne o bakışı, ne o niyeti unutmuştu Ali Rıza. Annesi karşısında çocukluğundan beri koruduğu sessizliği Pamuk için bozmuştu da bir çırpıda söyleyivermişti sanki nefesi boğazına duracak yerde. Annesi bu anı beklercesine vakarlı bir yüz ifadesi başını öne eğdi de bir oh çekiverdi sanki.
Pamuk, kadınlığına has bir seziyle biliyordu da kendine bile söyleyemiyordu. Ali Rıza’da onun kalbinde yer edinmişti aslında. O ilk bakışından aylar sonra herkesten saklı gizli işlediği çorapları nasıl vereceğini düşünürken buldu kendini. Vermesine verirdi de, ya bir gören olursa ne yapacaktı. Bu yörede bu çoraplardan örebilen bir tek o vardı. Ali Rıza soğuk bir kış günü bu çorapları giyer de gören olursa ne cevap verirdi anne babasına?! Hemen vazgeçti içinde tutamayıp elinde emeğine dönüşen sevgisini sunmaktan. Gerçekleşmesini istediği bir hayal gibi hapsoldu içine duyguları. Ne var ki bu defa Ali Rıza içinde tutamadıklarıyla çaldı bir gün kapısını niyet ettiğinin. Böylece gerçeklik giydi ‘’bir çift çorap’’ Ali Rızanın ellerinde hikayesiyle birlikte.
Ali Rıza bir gün yanına çağırdı Pamuk’u. Evde sadece ikisi vardı o gün. Bana iğne iplik getir dedi. Pamuk hiç soru sormadan usulca kalktı ve dikiş kutusunu getirdi. Ali Rıza siyah beyaz ipleri birer birer geçirdi iğnelerden. Al götür bunları koy sandığına. Yarın ben sana anne babamın yanında şu pantolonumu yama derim, sen de sandıktan bunları getirip dikersin. Kimse de anlamaz kirpiklerinin görmene engel olduğuna, iğneye ipliği takamadığına!
Sonra Yemen’e gönderdi Ali Rıza’yı, yanında Pamuk’un ördüğü çiçekli çoraplar, özlediği her şeyi anlatsın diye ona baktıkça. Belki acıkınca açlığını gidersin, hüznünü gözyaşlarına teslim ettiğinde o iki çift çorap silsin diye yalnızlığını… Dil bilmezliğini. Vatanından uzakta bayrağını görmüş gibi sevinsin diye. Pamuk’u, annesini, babasını… Sanki bir avuç toprağını görmüş gibi olsun diye de! Doğacak çocuğundan habersiz yollara koyulduğunda, kendinin başına geleceklerden ziyade Pamuk’un başına gelecekleri de bilmiyordu elbet. Kendi orada hasret çekerken, bir dönülmez yoldayken, bilmiyordu ki sıcacık yuvasında bıraktığı Pamuk’ta kendisiyle aynı kaderi paylaşacak. İnsanoğlu hayatta başına ne gelirse gelsin zaman ona öğretiyordu katlanabilmeyi her şarta, her yenilgiye. O yüzden Ali Rıza’da Pamuk’ta en katlanılmaz denene katlandılar zamanın öğreticiliğinde.
Pamuk’un bir türlü anlam veremediği savaş beklediğinden daha uzun sürdü, sanmıştı ki bebeğini birlikte kucağına alacaklardı. Ali Rıza’dan gelen birkaç mektupla öğrendiğinde düşündüğü gibi olmayan gerçekleri artık ümidini hepten yitirmişti. Kızını hüzünlü bakışlarla sever olmuştu, bir emanet titizliğinde her an gözünden ayırmıyordu. Aradan o kadar uzun bir zaman geçmişti ki, evli olduğunu bile unutmuştu adeta.
Ali Rıza aradan geçen yedi sene boyunca o kadar çok kez tekrarlamıştı ki zihninde hayat hikâyesini. Yaşadıkları gerçek mi yoksa büsbütün bir rüyadan mı ibaret, ayırt edemiyordu artık. Öyle ya; esir düştüğünden beridir kendi dilini bile konuşamamanın hasretiyle de yanar olmuştu içi. Evden ayrıldığı o ilk anda düşmüştü içine bütün sevdiklerini kaybetme korkusu. Hüzün veren ne varsa beynine üşüşmüştü. Yemen’in sarp dağları, dondurucu soğuğu bir şey yapamamıştı ona, zihnindekiler kadar. Orada kaldığı her gün dışarıda düşmanlarla cenk ederken; içinde de vatan toprağından, sevdiklerinden uzak olmanın acısıyla savaşıyordu.
Tam yedi koca sene, her anı bitmek bilmez bir hasretle yaşanan, bitti bir gün. Sonu gelmez denilenin sonu geldi, “Artık kavuşma zamanı”… dedi Ali Rıza… Bir tek isimleri kalmıştı dimağında; göremediği, duyamadığı, dokunamadığı bütün o bildiklerinin. Esaretten kurtulduğu o gün nasıl olup da Yemen’den evine gelebildiğine şaşırıyor ve hala yaşıyor olduğuna inanamıyordu.
Öykücü kendini çok yavan buldu. Hayalindeki bunlar değildi. Her bakımdan çok daha zengin bir öyküydü istediği ama bunun için yeterince zamanı olmadı, bekli de gereken önemi vermedi. Şimdi üzüntüyle karışık kararsızlık duyguları sarmıştı onu. Bunları görücüye çıkarsa mı, çıkarmasa mıydı? Sorular… sorular… sorular, kendini kötü hissettiriyordu. Tıpkı öyküsünün sonu gibi…
Ali Rıza sağ salim geldi gelmesine fakat, Yemen ellerinde kendisine teselli veren allı morlu çorabı işleyen elleri göremedi. Kimseye de bir şey sormadı, soramadı. Gurbetten dönmüştü ama sanki doğup büyüdüğü, dilini, dinini bildiği bu yerler bir anda yabancılaşmıştı ona. Pamuk bedenen hayattaydı ama, Ali Rıza’nın içinde öldürmüşlerdi onu Yemen’den getirdikleri ölüm haberiyle!
Aylar sonra bir gün cesaret etti Pamuk’un izini bulmaya. Çok uzağında değildi ama karşısına çıkmak olmazdı şimdi. Yaşasa da bir defa öldüğüne inanılan hayatta mıdır ki; işte bu yüzden çıkmak istemedi Ali Rıza Pamuk’un karşısına. Derdini anlatacak birini ararken kendini bilge bir ihtiyarın karşısında buldu. Öğrendi Pamuk’la ilgili bütün gerçeği. İhtiyar eli elinde küçük bir kız çocuğuyla geldiğinde kalbi duracak gibi oldu babasının. Hiçbir zaman duyamayacağı baba sözcüğü aklından bile geçmedi Ali Rıza’nın. Küçük kızın gözlerinde Pamuk’un gözlerini aradı, sonra ne yapacağını bilemez bir halde birden sarıldı Fındık’a… öptü, kokladı ilk ve son kez. Babalık içgüdüsüyle şimdiye kadar yanında olamayıp hiçbir şey alamamış olmanın verdiği eziklikle bir miktar para ve bir küçük paket tutuşturdu eline sadece o an, kendinin olanın minik ellerine. Ali Rıza o günden sonra sır oldu bilip tanıdığı bütün gözlere. Yemen’de ve eve döndüğünde yaşadıklarını bir çift çoraptan başka kimseye anlatmamıştı.
Fındık annesine koşup heyecanla sarıldığı an, allı morlu bir çift çorap düştü elinden…
Öykücü de buruk bir sevinç… Öykü sona erdi evet ama; hüznü de kalbine çöktü. Ali Rıza’nın hikâyesini noktaladı, kendini virgüllere bıraktı ve bütün bilinmezlikleri için üç nokta koydu… Müziğin sesini biraz daha açtı …
Mızıka çalındı düğün mü sandın
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın
Yemene gideni gelir mi sandın
Dön gel ağam dön gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne ey ey inanamirem
Koyun gelir kuzusunun adı yok
Sıralanmış küleklerin sütü yok
Ağamsız da bu yerlerin tadı yok
Dön gel ağam dön gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne ey ey inanamirem
Ağamı yolladım yemen eline
Çifte tabancalar takmış beline
Ayrılmak olur mu taze geline
Dön gel ağam dön gel dayanamirem
Uyku gaflet basmış uyanamirem
Ağam öldüğüne ey ey inanamirem
Bu mesaj, nihavend tarafından, 01.02.2011 00:00:07 itibariyle düzenlenmiştir.
Bu mesaj, nihavend tarafından, 01.02.2011 00:06:03 itibariyle düzenlenmiştir.