Rahme düşen sevgidir. Sevgi ve şefkatten (Rahman isminden bir zerre) müteşekkil bir ortam, tohumu büyütür ve insanı meydana getirir. Bizi doğuran sevgidir. Sevgi, bütüne ait olduğumuzu sürekli hatırlatır. Sevgi ve merhametin zerresi bile yüreğimizde varsa, güzelliğin ve estetiğin “bütün”de olduğunu biliriz. Hiçbir şey Sevgi ve Merhamet kadar dolaysız ve doğrudan sarmaz bizi. İşte bizi en doğrudan sarıp sarmalayan Sevgi olsa da toplumsal katı gerçeklerin etkisiyle kaynaktan uzaklaşırız. Sevgiden, dolayısıyla bütünlükten uzaklaştığımız anda gerçekliğe uygun pozisyonlara meyilli olan Aklın makulleştirme ve meşrulaştırmasıyla yaşamaya başlarız. Çocuk kalbinde canlı olan “hayret”, kaybolmaya yüz tutar. Dolayımlar böyle başlar. Böylece uzaklaşırız. Unuturuz.
Aydınlanma(!) denilen çağdan itibaren özellikle Rönesans döneminde hakikatten uzaklaşmanın, hakikati unutmanın ve dolaylı bir algı ve kavrayış biçiminin temelleri atıldı. Buna göre; yegâne bilgi, aklın bilgisidir. Bilgi güçtür. İnsan insanın kurdudur. Aklın bilgisine ve gücüne yaslanan insan tabiata hükmedecektir.
Bu temeller üzerinde yükselen modernizm, insanı “metafizik”ten ayırarak “akıllı bir varlık”, “tabiata hükmeden bir varlık” olarak tasarladı. Bu tasarım, gerçeklikle uyumlu çalışan aklın matematik kurallarını işleterek elde ettiği teknolojik icatlar ve silahlarla bütün insanlığın gözünü kamaştırdı. Bilim budur. Bilim dokunulmazdır. Aksini söyleyen için bilimsel aforoz sistemleri işler vaziyettedir.
Şimdi neredeyiz?
Televizyonların ve Hollywood filmlerinin sunduğu düşünme ve yaşama biçimlerinin dışında gerçekleşebilen özenilebilen bir hayat alanı var mıdır?
Neredeyiz ve olup biten nedir?
Şimdi çok az şeyle dolaysız, kendiliğinden karşı karşıya kalabiliyoruz. Dolaylı yaşıyoruz. Dolaylı yaşamak insanı yoruyor. Yer ile Gök arasındayız ama ne yerin ne de göğün farkındayız. Mucize nedir, sorusuna “Gökyüzü mavidir ve mavi gökyüzünde kuşlar uçmaktadır.” cevabını veren filozof, “hayret”ini yitirmemişti ama biz bu cevabın ne anlama geldiği konusunda da bir yürek kıpırdaması yaşayamayacak kadar yorgunuz. Metropollerde kaybolma ve yokluğa karışma hissiyle burun buruna yaşayan biz çağdaş insanların lügatinde gökyüzünün, yıldızların altındaki haşmetin, aydaki nuraniliğin, kardelen çiçeklerinin, göz yaşının, yürek kabarmasının esamisi bile okunmuyor. En esaslı kavramlar bile çok uzağımızda. Yaşanan “hayat”, “diri, canlı” bir hayat değil. “Ölüm” hep başkalarının ölümü. Haberlerde ve filmlerde göre göre artık alıştığımız, kanıksadığımız ve kendimize uzak tuttuğumuz bir kavram: Ölüm. M. Kayhan KALEBEK’in söylediği gibi;
“Kabristanlar ecdâdın üslubuyla şehrin içine yapılırdı. İç içe yaşanırdı ölülerle. Unutulmasın diye hayat ve ansızın olmasın diye ecel.” (1)
Hayat sanki sanal. Ölüm ise hiç gelmeyecek kadar uzak. Düpedüz kargaşa bu. İsmet ÖZEL’in bir şiirinde söylediği türden bir kargaşa:
“Kargaşa. Anılacak günlerim olmadı mı benim? Ayaklarımın korkusuzca çiçeklendiği, silâhıma yapışıp sabahın serinliğini beklediğim, kuzey gemileriyle sağır olduğum günler, sepet örmeyi unuttuğum günler olmadı mı? Ey geceyi ve kahverengi bir düzeni taşıyan ellerim! Yüzümün uğultusuyla şaşırtın beni. O karanlık ormanı yangına vurun. Çünkü ben de kaçarken ardımda kalanları yakıyorum. Ama iyi biliyorum yıldızları, ama yıldızların tanrıların da üstünde parladıklarını, anılacak günlerimin gitgide yok olduğunu biliyorum.”(2)
Evet, gecedir. Renk kahverengi. Karanlık ve dolaylı bir dünyadayız.
Nesnelerle, varlıklarla, insanlarla doğrudan yüz yüze gelememek, anlamın buharlaşmasına sebep oluyor. Dolayımlar karmaşayı, giderek kargaşayı ve kaosu meydana getiriyor.
Dolaylı bir dünyada yaşıyoruz.
Dolayımlar artıkça anlam kayboluyor.
İnsanla varlıklar arasındaki mesafe açıldıkça sentetik bir davranışlar bütünü çıkıyor ortaya. Dolaylı anlıyor, dolaylı anlatıyor, dolaylı konuşuyoruz. Dolaylı yaşıyoruz. Bu, bakış açımızda ve yaklaşımlarımızda daha da belirgin olarak görünüyor. İrtibatlarımız, insanlarla iletişimimiz “hakikat” temelinin haricinde gerçekleşmeye başlıyor.
Dolayım, hakikatten uzaklaşmaktır. Birliği ve bütünlüğü kaybeden için başka bir sonuç da yoktur. Vahim olan ise uzak olduğu halde yakın olduğunu sanmaktır. Yusuf KAPLAN’ın deyişiyle;
"Hakikat yitirilmiştir. Bu kötüdür fakat en kötüsü: "Hakikatin yitirildiği hakikati’nin yitirildiğidir.” Hakikatin yitirildiği gerçeği’nin de farkında değiliz."
Bu kadar dolaylı hallerdeyiz. Dolayımların zirvesini zorluyoruz.
Böylece küçülüyoruz. Küçülmenin de zirvesindeyiz.
Böylece azalıyoruz. Azalmanın da doruklarındayız.
Daha fazla küçülebilir, daha fazla azalabilir miyiz? Denemekten ne çıkar?
İnsanlık yok olana kadar devam mı edilecektir?
Sanat ve şiir olmasa, sanatçılar ve şairler olmasa; hakikatin aklı ve aklın bütün durumlarını aşan dolaysız halleri bulunmasa, farkında olmaksızın elbet devam edilecektir. Fakat;
Ne mutlu insana ki sanat ve şiir hâlâ var ve yaşıyor.
Ne mutlu insana ki sanatçılar ve şairler hâlâ var ve yaşıyorlar.
Ne mutlu insana ki hakikat asla yok olmaz.
Ne mutlu insana ki hakikat erleri hâlâ var ve yaşıyorlar.
DİPNOT
---------------------------------
1. M. Kayhan KALEBEK, Seyr Yazıları-Yolcu, http://www.yenisefer.com/haberdetay.asp?ID=242
2. İsmet Özel, ERBAİN