Yunan Klasik Çağı’nda tapınaklardan birinde bir gece Zeus’un, (eski Yunan mitolojisinde tanrıların kralı, en güçlü ve önemli olduğuna inanılan tanrı) heykeli paramparça edilir. Bu durum halkta infiale neden olur. Zira tanrıların kendilerinden intikam alacağı endişesi tüm topluma yayılmıştır. Şehrin her yeri didik didik aranır. Suçlu ya da suçluların bir an önce bulunup hak ettiği cezaya çarptırılması için bütün yunan halkı adeta seferber olur.
Suçlu ya da suçlular ise en küçük bir ipucu dahi bırakmamıştır. Aramalar sonuç vermez. Halk, tam bu akıl almaz olayı unutmaya çalışırken, bir gece bu kez “başka bir tanrı” da Zeus’la aynı kaderi paylaşır. Bu kez işi daha sıkı tutan halk daha çevik davranır ve suçluyu yakalarlar. Hain (!), yaka paça toplanıp sorguya çekilir:
- Seni nasıl bir son bekliyor, biliyor musun?
- “Evet, biliyorum,” diye cevaplar, “Ölüm bekliyor beni.”
- “Peki, ölümden hiç korkmuyor musun?”
- “Korkmaz olur muyum, korkuyorum tabii.”
- “İyi ama suçunun cezasının ölüm olduğunu bildiğin halde neden bu suçu işledin?”
Suçlu biraz düşünür, sonra başlar anlatmaya:
“Beni hiç kimse tanımaz; ben hiç kimseyim yani. Hayatım boyunca da hiç kimse olarak kaldım. Hiçbir zaman varlığımı kanıtlayacak, beni başkalarından ayıracak, meşhur edecek bir şey yapamadım. Bundan sonra da yapamayacaktım. Öyle bir şey yapayım ki dedim, insanlar beni tanısınlar… ve hiç unutmasınlar.”
Biraz durakladıktan sonra, şu anlamlı sözler dökülür dudaklarından:
“Ancak unutulan kimseler ölür. Bence ölüm, ölümsüzlüğe ödenen küçük bir bedeldir.”
Evet… Ölümsüz olmak ve kendinden sonra gelecek nesiller tarafından yaşatılmak...
İnsan bedeni elbette ölümlüdür; ancak fikirleriyle, çalışmalarıyla, insanlığa yaptığı katkılarla yaşayan o kadar çok ölümsüz var ki aramızda.
Siz dünyanın nüfusunu, şu anda yeryüzünde yaşayan insanlardan ibaret olduğunu mu sanıyorsunuz yoksa?