Kavramlar, algılar, bize hatırlattıkları, hissettirdikleri...
Aynı olgular, objeler, kelimeler farklı şeyler ifade eder farklı demlerde. Farklı baktığımız için farklı görürüz çünkü. Bunu ifade etmek için verilen uğraşta, aynı kelimeleri defalarca kullanmak zorunda kalırız kimileyin. Tekerleme misali...
Aklımdan ‘zaman’la ilgili birçok düşünce geçerken, diğer insanların da bu soyut kavram hakkında ne düşündüğünü merak ettim ve iş yerindeki arkadaşlarıma, ki onlar ara sıra sorduğum başka şeylerden de alışık oldukları için cevap almam zor olmadı, sormaya başladım tek tek. Zaman ne çağrıştırıyordu onlara, nasıl tanımlıyorlardı, bu kelime onlara neleri hatırlatıyordu. Kimi komikliğe sarıyor, kimi önemli bir felsefe sorusuna cevap veriyormuş gibi dikkatle seçiyordu kelimeleri. Bazen geçmişten küçücük bir fotoğraf karesi, bazen gerçekleşmesini istedikleri en özel hayalleri ya da kısacık bir süre gözlerini bir yere sabitledikten sonra, yavaş yavaş telaffuz ettikleri yeni soyut kelimeler oluyordu aldığım cevaplar. Her bir cevabı not ettim elimdeki kâğıda.
Yaşadıkları ana, içinde bulundukları ruh haline ve o anki duyarlılıklarına göre değişiyordu cevaplar. Aynı soruyu bir zaman sonra başka bir ortamda, başka insanlara sordum yine. Öncekilere benzer olanların yanında, geçiştirme cevaplar aldım kiminden. Şunu anladım ki, insanların kavram algıları da yaptığı işe göre değişiyor. Ayrıca soru soranı ne kadar tanıdıkları, aradaki samimiyet de etkili oluyor alınan cevaplarda. Mesela soruma anlam veremeyip garip karşılayanlar bile oldu. Mekân… Tabii o da önemli bir faktör.
Gelelim benim kendime verdiğim ve başkalarından aldığım cevapların neler olduğuna…
‘Zaman’ sözcüğü bazen pozitif, bazen negatif duygular uyandırıyor kafalarda. Düşünürken, kavramlar başka kavramları çağrıştırıyor, ya da beyin bir anda küçücük bir zaman aralığını çekip alıyor, yapabileceğimiz en uygun tanım da oradan çıkıyor.
Zaman neymiş, çoğu bana ait olmakla birlikte, işte verilen cevaplardan derlediklerim…
…
Zaman, akıp giden, yarışılan. Bazen iple çekilen, bazen tahammül edilemeyen.
Ruh haline göre başka bir şeydir zaman. Yaşanılan andır. Geçmiş ve gelecek nedir o zaman?
Zaman… Veda vakti, gitme zorunluluğu, sımsıcak sarılış, boğazında düğüm olan o kocaman şey…
Masada biriken çay, kahve bardakları, üçte ikisi geride bırakılan geceler…
Annemin, nasıl çiçek açacağını merak ederek diktiği lale soğanı.
İçi gerçek anlamda hiçbir şekilde doldurulamayan, çoğu kez değerlendirilemeyen…
Zaman, bilinmezlik…
Bir ömür… Hayaller... Sabır… Sabır da aslında zamandan başka nedir ki?
İşte o zaman… Dönüm noktası, yakmak gemileri ve gitmek hesabını vermek uğruna…
Yaban ellerin baharında, her tarafı mis gibi kokutan ıhlamur ağaçları… Kısa süren yaz sonrası, yapraklara gömülen ayakların, öylesine götürmesi vücudunu bir yerlere…
Güvende hissetmek…
Zaman, gülümseyen gözlerin senin için bir araya geldiğini bilmek, muhabbet sofralarında hemhal olmak dostlarla…
Gündemde yer almak adına, entelektüel(?!) saydıklarımızın birbirleriyle kıyasıya söz düellosu yaptıkları, içi boş polemikler, zaman…
En uç nokta, bazen sadece ‘evet’ , bazen sadece ‘hayır’… Her şeyin bu kadar keskin olduğu bir vakitte bile dimdik tutmak başını.
Zaman aşımına uğrayan duygular…
İçini kemirmesi bir şeylerin, kafanda senaryolar kurmak ve ardı arkası kesilmeyen acabalar…
Zaman… Kalp acısı,
Ekmek parası,
Göz altındaki halkalar, beklenen tek bir kelime…
Zaman kimine zehir zıkkım, kimine bal…
Sonraki dolunayda beklemek gerçekleşecek müjdeyi… Sabah yürürken güneş sana, sen güneşe karşı, içini de aydınlatacak o hiç tanımadığını özlemek…
“Yüreğin türlü hallerinde; ortak kelimelerde hemdem olmanın sırrı” ifadesini kullanıyor bir yazar…
Gözgöze gelmek,
Göze gelmek…
Her şeyi terk edip gitmek isterken hiç bilmediğin yerlere ve tek başına yürürken bir akşamüstü soğuk şehrin sokaklarında, acı bir ayazın yakıp geçmesi bütün vücudunu…
Zaman, sonsuzluk, hayat, saat, vaktin gelmesi…
İftar sofrası…
Son bakış, beyazlaşan saçlar, büyüyen çocuk…
Zaman, ömür… Doğum ve ölüm arasındaki süre, bizden bağımsız, mekansız düşünülemeyen.
Gülümseme anı sımsıcak…
Zaman, yalan dolan, zaman, kimileyin çok istenilen ölüm…
Aramak… Gölgemle dansım; bazen önümde, bazen arkamda, yanyana bazen, ama daima yapışık.
Saniyelik farkla treni kaçırmak(!), sonrasında keşkeler…
Zaman, satın alınamayan… Secde anı…
Affetmek ama unutmamak…
Sevinç gözyaşı, zaman, örümcekle güvercinin işbirliği…
Zaman! En çok ihtiyaç duyulan... Paramparça ettiğinde bir kalbi, azın yetmez senin. Her şeyi berbat eden birkaç saniyenin telafisini günler belki de aylar ödemek zorunda kalır.
Zaman… Hiç tanımasan da, muhabbet duymaya yeten o en önemli ortak paydayı bulmak başka bir kalpte.
Bazen kabuğuna sığmayan enerjinin dışa vuruluşuyla, geçmesini beklemek zorunda kaldığın anın çoğulu, zaman…
Özlem… Hasretle bekleyiş, merak, aşk…
Ey zaman! Elimiz kolumuz bağlı karşında… Sabırları zorlayan dokunulamayan, soyut şey…
Zaman… En sevdiğinin kalbi neşterlenip, kanarken ellere yüreği, geçmek bilmeyen vakitte, çıkmasını beklemek kanatlı kapının ardından…
Zaman… Dumanı üstünde, mis gibi kokan kahvenden bir yudum almak…
Kalemle barışık olmayan eller yüzünden, uçup gitmesi en güzel fikirlerin…
Hiçbir şey, hiçbir anlam ifade etmediğinde, akla sorulan “neden”ler…
Asıl konudan uzaklaştıran ilginç başka sorular. Mesela; iki eksi çarpışınca pozitif olur da, neden yanyana gelince iter, iki aynı kutup birbirini? Ya da bir parçayı bölsek de sonsuza, neden “yok” olmaz…
Zaman, yorulmak, altı incelen çoraplar,
Kabuk bağlaması yaraların…
Dinlediğin müziğin alıp götürdüğü an…
Zaman… Üç-beş saniye sonra duyacağın, sevinçten uçuracak o cümle…
…
Zaman, yağmurda yürümek… Ferah, temiz, sakin…