Programın adı Stellarium. Engin’den (Engin arkadaşım; senin de böyle dostların olmalı; dosdoğru ve delikanlı!) öğrendiğime göre gelişim aşamasında. Giderek büyüyor ve hızlanıyor. Çok sayıda uzman her geçen gün yeni detaylar ekliyor.
Klavyenin tuşları arasında sıkışıp kalan, elinin altındaki mouse’un tıkları kadar gerçekliği olan, joy-stick’in ucuna tutunmakla yetinen bir oyun değil bu... Tıpkı google.earth (google.earth’da yeryüzünün dilediğin bölümünü, tabî yeterince parayı gözden çıkarırsan, uydudan seyredebiliyorsun!) gibi seni gerçekliğin üzerinde gezdiren, varlığın kıpırtılarına temas ettiren ama yine de screen’in ardında kalıp ekranındaki elektronların oynaşmasından ibaret bir sanallığa mahkum.
Stellarium’da dünyanın istediğin bölgesine ve zamanına gidip, oradaki ve o zamandaki gökyüzünü seyredebiliyorsun. Yıldızları, Güneş’i, Ay’ı... Programı ayarlayıp gözünü diktiğin yerdeki gökyüzünde yıldızların akışını yıllar, hatta yüzyıllar içinde seyredebiliyorsun. Tıpkı bir derede suyun akışını izler gibi... Kolayca ve hızlıca...
Yazıyı yazarken açtım programı. Doğum günümü işaretlemişim meğer. Merak işte! Doğduğum gün acaba gökyüzü nasıldı? İşin doğrusu, doğduğum günün gökyüzünü, bugünün gökyüzünden çok da farklı bir yanı yok! Aradan geçen kırk küsur seneye rağmen, gökyüzünde yıldızlardan -en azından benim bildiğim kadarıyla- eksilen yok, ayrılan yok, ölen yok, yaşlanan yok. Oysa, ben doğduğum gecenin gökyüzünden bugünkü gökyüzüne kadar neler yaşadım neler! Kaybettiğim sevdiklerim oldu. Hayatıma yeni sevdiklerim girdi. Kaybettiklerim de kaybedeceklerim de arttı. Hiç beklemediğim üzüntüler yaşadım. Hiç ummadığım mutluluklar tattım.
Göğün yangınlardan daha fazlasını göğsümde yaşadım ben. Sen de öylesin, sevgili zamane! Gökte her biri dünyanın binlerce katı büyüklüğünde yıldızları küçük noktalar eyleyerek çizilen resimlerden daha fazla değişkenin var teninde! Dünyalar dolusu alevleri yutan galaksilerin yiyip bitirdiği, besleyip büyüttüğü yangınlardan daha ateşlisi var yüreğinde! Binlerce yıl içinde sönüp giden, bir anda parlayıp gökleri kan kızılı ateşlere boyayan kırılmalardan daha derinini buluyorsun ayaklarının ucunda!
Stellarium’da zamanı 1950’ye ayarlayıp herhangi bir günün göğüne bakıyorum. Biliyorum ki, ben o göğün altında değilim. Adım yok henüz yeryüzünde. Adımım da yok! Ortalıkta yokum ve yokluğum kimsenin umurunda değil. Bir de 2100 yılına ayarlıyorum. Eh, 137 yaşımı göremeyeceğime göre, programda gördüğüm gökyüzünün altında olsa olsa mezarım duruyor olacak. Sıradan bir toprak yığınına düşecek gün ışığı o sabahların birinde.
Dehşete kapılıyorum. Bir çırpıda zıpladığım o yıllar benimle birlikte ne çok şeyi deşip dağıtacak, ne çok insanı bilmediği beklemediği uzaklara savuracak. Ayrılıklar, kırgınlıklar, ölümler, sevdalar... Yıldızlar sessizce dans ederken, aşağıda şiirlerin anlatamadığı hüzünler, gizli sancılar yaşanacak. Güneş yine usulca sokulurken yeryüzünün ufkuna bir yüzyıl sonra, şimdilerde zalim olanlarla mazlum olanlar aynı toprakta erimiş olacak... Bir gece yarısı Bağdat’ın yoksul evlerinden birinde bir anne ile emzirdiği yavrusunu sadece bir düğmeye basarak yakıp kavuran Amerikan askerinin üzerine de öldürdükleri gibi toprak atılacak. Sözgelimi, İsrail başbakanları Ehud Olmert ve Ariel Şaron da, sırf taş atıyorlar diye katlettikleri delikanlılarla ve genç kızlarla aynı tarafta olacak en fazla bir yüzyıl sonra... ABD başkanları George Bush ve oğlu George W. Bush da terörist diye öldürülen, öldürülmesine göz yumulan, işkence ve tecavüze uğrayan Iraklı, Afganlı, Vietnamlı insanlarla aynı sıfatı taşıyacak: “ölü”.
Zamaneyiz hepimiz, sevgili zamane...
Stellarium’da ya da yeryüzünde şimdi hayran olduğun “star”lar şimdi-lik yeryüzündeler... Şimdi-lik yaşıyoruz, hiç ölmeyecekmiş gibi.. Şimdi-lik kafamıza göre takılıyoruz, hiç hesap sorulmayacakmış gibi...
Ama şimdilik, sevgili zamane, sadece şimdilik..
Şimdilik sıra sende olduğu için hayattasın..
Sırasını savmışlardan sonra geldiğin için sırasını savacaklar arasındasın...