Görüntülenme: 71284
Kültür Dünyamızdan Manzaralar
2010/02/26 23:59
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! 7,5 (1 oy)

     Kültür tarihimiz ile ilgili okumuş olduğum ve okumaya devam ettiğim kitaplardan istifademize medar olabilecek bahisleri siz değerli arkadaşlarımla paylaşmak istedim.

İLİM BİR NOKTADIR

     Yavuz Sultan Selim gibi bir cihan padişahı hükümdarın iltifatlarına mazhar olan ve Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin oğlu Kanuni Sultan Süleyman zamanında da çokça rağbet gören İbn-i Kemal İsmi ile müsemma olmuş devrin yetiştirdiği kemal sahibi alimlerimizdendir

     Osmanlı şeyhülislamlarının en büyüklerinden biri olan İbn-i Kemal sadece osmanlı ülkesinde değil, İslam aleminin her tarafında tanınıyor ve seviliyordu.İkiyüzden fazla eser kaleme aldığı rivayet edilmektedir. Hoş sohbet, hazırcevap, mütevazi, yumuşak huylu bir zat olan İbn-i Kemal bir ara insanlık icabı hafifçe gurura kapılır, derin ilmiyle iftihar etmeye başlar.Derken karşısına maneviyat erenlerinden biri çıkar ve şöyle sorar:

     - Üstadım! Allah'ın ilmiyle mahlukatın ilmini bana kıyas yoluyla anlatır mısınız?

     İbn-i Kemal önünde duran büyükçe bir kağıdın tam ortasına bir nokta koyar. "Allah'ın ilmi bu büyük kağıda nisbet edilirse, mahlukun ilmi şu nokta kadar kalır" der. Bu cevaptan hoşlanan gönül ehli o zat, bir soru daha sorar:

    -Peki, sizin ilminiz bu noktanın neresinde kalıyor?

     Her soruya cevap veren devrin allamesi, susmak zorunda kalır ve hatasını anlar.

     (Dursun GÜRLEK - Çınar altı kitap sohbetleri - Timaş Yayınları)

 

Bu mesaj, m1gin tarafından, 07.12.2011 20:41:13 itibariyle düzenlenmiştir.

Teşekkürler gunduzalp, başucu kitapların arasında hakkıyla yerini alabilecek bir kitap, izninle bir tane de ben paylaşayım arkadaşlarla bir kıssa :)

İSTANBUL KABADAYILARI

Yetmişli yıllarda kitapçı vitrinlerinde sık sık görülen daha doğrusu müheykel halde kendini gösteren kocaman bir kitap vardı. Ragıp Şevki Yeşim tarafından kaleme alınan ve ''Allahın Gazapları'' adını taşıyan bu eser o kadar hacimliydi ki, birisi gazaba gelip muhatabının kafasına fırlatmış olsaydı, mutlaka kan dökerdi.

Bir gün sahhaflar Şeyhi Muzaffer Ozak'ın dükkânına bir adam gelir ve aralarında şu konuşma geçer:
-Allah'ın Gazapları var mı?
-Var!
-Ben ondan istiyorum
-Allah'ın rahmeti varken, gazabına niçin talip olursunuz?
-Bana o lazım.
-Peki madem ki istiyorsun, senin olsun!

Bir gün Sahaflar Çarşısı'nda Sabri Bey'in dükkânında tozlu kitapların sararmış ve kararmış yapraklarını çeviriyordum. Tam o sırada içeri giren bir müşteri,''bet'' bir sesle sordu: ''İnsan-ı Kâmil var mı?'' Sabri Bey ''yok'' dedikten ve müsteri gittikten sonra şu viçiz cümleyi sarfetti: ''Bu kadar yıldır kitapçılık yapıyorum, kâmil insana rastlamadım!''

Derken içeri cins bir müsteri daha girdi. O da kaba saba tavırla seslendi:
-Refi Cevad'ın İstanbul Kabadayıları var mı?
Sabri Bey, yine sabrederek dedi ki:
-Olmaz olur mu? Hatta bir kısmını Ankara'ya gönderdik. Şimdi onlar birbirlerine silâh çekiyorlar.
Ve artık ''ya sabır!'' çekiyorum.

-Dursun GÜRLEK - Çınar altı kitap sohbetleri-

     Katılımınız için asıl ben teşekkür ederim abheri,  katılımlarınızın devamını bekliyoruz.

YA HAFIZ

     Ahşaptan yapılmış olan eski İstanbul evlerinin genellikle ön cephesinde " Ya Hafız"  yazısı ve levhası göze çarpıyordu. Dua mahiyetinde olan ve "Allah korusun, muhafaza buyursun" anlamına gelen bu söz, ahşap evlerin ayrı bir özelliğini ve güzelliğini teşkil ediyordu. bugün bile bazı örneklerine rastladığımız bu eski zaman evleri ve bir nazar boncuğu gibi, alınlarını süsleyen "Ya Hafız" levhaları Osmanlı zarafetinin inceliğini yansıtıyordu. Laleli'deki " Tayyare Apartmanları" nın cephesinde halen görülen iki " Ya Hafız" yazısı, bakanların görenlerin gözlerini okşamaya bugün de devam ediyor.

     Hem devlet adamlığıyla, hem de zarif fıkralarıyla büyük  bir şöhret kazanan Keçecizade Fuat Paşa, İstanbul'u ziyaret eden Avrupalı bir meslekdaşına şehri gezdirir. Her tarafta bol miktarda görülen bu  "Ya Hafız"  yazıları, yabancı diplomatın da dikkatini çeker, ne anlama geldiğini öğrenmek ister.Fuat Paşa da şu cevabı verir:

     -Ekselans! Bunlar Osmanlı sigorta şirketinin amblemleridir!...

     ( Maziye Bir Bakıver - Dursun Gürlek - Timaş Yayınları)

    

    

 

                                                                 KARAKUŞİ HÜKÜMLER
     Son zamanlarda verdiği kararlar ve yaptığı icraatlarla adından çokça söz ettiren ve binlerce gencin istikbalini karartan milletin iradesini hiçe sayan bir takım çevrelerin bu tutum ve davranışları aklıma geçenlerde Dursun Gürlek hocamızın Kültür Dünyamızdan Manzaralar isimli kitabında okuduğum bir anektodu getirdi...

     Münasebetsiz yorumlara, yanlış hükümlere, akıl ve iz'an dışı cezalara "KARAKUŞİ HÜKÜMLER" denildiği malumunuzdur. Böyle keyfi kararların büyük bir bölümü Karakuş'a isnat ediliyor.Denizden katre misali bir kaç örnek...

     Bir eve giren hırsız, ceplerini doldurduktan sonra pencereden kaçmak istiyor .Fakat pencere gevşek olduğu için ayağı kayıyor, yere düşüp ayağını kırıyor.Ertesi sabah yakalanacağından korkarak, valinin huzuruna çıkıyor: "Efendim, benim asıl mesleğim hırsızlıktır.dün bir eve girip bir şeyler çaldım.Pencereden çıkmak istedim, fakat çerçevesi gevşek olduğu için düşüp ayağımı kırdım" diyor.Karakuş, bu evin sahibi kimse, huzura getirmelerini emrediyor.Ev sahibi gelince, penceresini gevşek yaptığı, böylece hırsızın düşmesine sebep olduğu için onu hapisle tehdit ediyor.
     Zavallı ev sahibi ürkek bir sesle, "Bu, marangozun hatasından kaynaklanıyor. Ben ona parasını tam olarak ödedim. Fakat o işini noksan yapmış, bitirmeden bırakıp gitmiş" diyor Bunun üzerine vali, marangozu çağırtıyor. İşini ihmal etmek suretiyle bir vatandaşın hayatını tehlikeye attın, diyor.Tabii ki marangoz hemen itirazda bulunuyor: "Efendim, benim bir hatam yok.Ben pencereyi tamir ederken, üzerinde parlak ve kırmızı bir elbise bulunan bir kadın geçiyordu.Onun olağanüstü güzelliğine o kadar kapıldım ki, son çiviyi eğri olarak çiviledim!" diyor.
     Vali, güzelliğini teşhir eden bu kadını bulduruyor. Onu, marangozun işini tam olarak yapmasına engel olmak suretiyle bir yurttaşın hayatını tehlikeye sokmakla itham ediyor. Kadın, "Benim güzelliğim Allah'tan geliyor. Elbiseme o parlak ve kırmızı rengi veren boyacıdır."diye konuşuyor. Elbise boyacısı huzura getiriliyor. Boyacı, elbiseyi bu şekilde boyayanın kendisi olduğunu itiraf ediyor. Boyacının ileri sürebileceği hiçbir mazeret bulunmadığı için, nöbetçilere, bu adamın hapishane önünde asılması, cesedinin orada aleme ibret için iki gün asılı bırakılması emrediliyor. Boyacı derhal idam mahalline götürülüyor. Fakat boyacıyı asmaya geldikleri zaman, adamın çok uzun boylu olduğunu görüyorlar. Durumu valiye arz ediyorlar.Bunun üzerine vali, "Daha kısa boylu bir elbise boyacısı bulun ve onu asın!" emrini veriyor.


     Bir gün, bir adam Karakuş'a başvurup kulağını ısıran bir adamı şikayet ediyor. Şikayet edilen adam: "Ya Emir!. Bu adam yalan söylüyor. Kendi kulağını kendi ısırdı" diyor. Karakuş içeriki odaya gidiyor, kendi kulağını ısırmaya çalışıyor. Fakat bu arada sandalyeden yuvarlanarak kolunu incitiyor. Büyük bir öfkeyle: "Yalan söylüyorsun, bu herifin kulağını sen ısırdın, üstelik benim de kolumu incittin." deyip gerekli cezayı veriyor.


     Bir gün Karakuş'un yanına bir kimse geliyor. Bir adamın gözünü çıkardığını söyleyerek kısas istiyor. Derhal adamı buluyorlar. Ama o şöyle diyor: " Ya Emir ben dokumacıyım. Tek gözle mekiği takip edemeyeceğim için iş göremem Lakin avcı bir komşum var. O tek gözle işini görür" der. Karakuş, bir süre düşündükten sonra bunu makul buluyor ve avcının aleyhine hüküm veriyor.


     Adamın biri, diğer bir adamdan şikayette bulunarak alacağını vermediğini söylüyor. Karakuş sorar, verecekli olan kimse:"Evet borcum var. Ancak elime para geçtiği zaman bu adamı arıyorum fakat bulamıyorum. Tam aksine, parasız olduğum zamanlar ise kendisine rastlıyorum."şeklinde konuşuyor. Bunun üzerine Karakuş alacaklıya:
     -Seni hapsedeceğim. Yerin belli olsun ki, bu adam eline para geçince getirip sana borcunu ödesin diyor.


     Olur olmadık meselelerde Halkın Milletin aleyhine hüküm verenlere ithaf olunur.
     Vesselam....

Ben de Ahmet Rasim

Dünya küçüldü, teknik hayli ilerledi. Ama buna paralel olarak dertlerimiz büyüdü, insanlık geriledi. Nezaket ve zarafet tası tarağı toplayıp güzellikler dünyasına göç etti. Tabii ki bir sürü haşarat ortalığı kapladı. “Cebi dolarlı, boynu yularlı” it kopuk takımına, şimdi de bir yandan cep telefonuyla konuşurken, diğer taraftan sokaklara tükürmeye devam eden densizler katıldı.

Adap erkan yoksulu bu heriflerin daha çok toplu taşıma araçlarında insanları rahatsız ettiklerini, kaba saba davranışlarda bulunduklarını üzülerek ve bir şey yapamamanın verdiği sıkıntıyı yaşayarak müşahede ediyoruz

Kadıköy vapurundan çıkarken, herif-i nâşerifin biri, üstad Ahmet Rasim’e bir güzel çarpar, omzunu incitir. Ünlü yazarımız can acısıyla başını çevirip bakınca adam daha da küstahlaşır, “sersem!” diye bağırır.
Ahmet Rasim Bey hiç renk vermez, güya tanıdık teşhis ediyormuş gibi, dikkatli bir şekilde baktıktan sonra sorar:
-Ne dediniz?
-Sersem!
-Öyle mi? Müşerref oldum! Bendeniz de Ahmet Rasim!

-Dursun Gürlek / Çınaraltı kitap sohbetleri-

En Büyük Devlet
2010/03/24 23:33
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! (0 oy)

     Yüce Allah beni atalarımın ocağına padişah yapınca, şeriki ve benzeri olmayan Hak Teala Hazretlerine tazarru ve niyaz ile minacatlar eyledim. Ey asuman-u zeminin yaratıcısı ve ey ins ü cinnin ve hayvanların rızık vericisi Kerim ve Rahim olan Rabbim

     Hane-i hassın olan Beytullahın- ki o Kabe-i saadet penahdır.Bulunduğu Mekke-i Mükerreme ile iki Cihan Fahri Habibin Muhammed Mustafa A.S.M. ın mübarek mezarları saadetlü merkad-i hümayunların9n olduğu Medine-i Münevverenin süpürgeciliğini bana nasip eyle!

Hz Yavuz Sultan Selim

Mükemmel Düğün
2010/03/27 15:20
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! (0 oy)

Kanuni Sultan Süleyman şehzadelerini sünnet ettirdiği sırada oldukça muhteşem bir düğün yaptırır. Ondan daha önce de vezir Makbul İbrahim Paşa da gösterişli bir düğün yaptırmış, bu muhteşem düğüne Kanuni Sultan Süleyman’ı da davet etmişti. Padişah bir vesileyle İbrahim Paşa’ya:

“Senin düğünle benim düğünü nasıl buluyorsun? Hangisi daha mükemmel oldu? Diye sorar.

İbrahim Paşa “Benim düğünüm” diye cevap verir. Padişah şaşkın bir halde sebebini sorar. Paşa der ki:

Efendimiz, benim düğünümü zamanın koca padişahı şereflendirmişti. Sizin düğüne onun gibi biri geldi mi?

Çınaraltı Kitap Sohbetleri / Dursun Gürlek

                                                                                     AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
      
Genellikle, bir iş hallederken daha karmaşık ve zor bir durumla karşı karşıya kalındığında kullanılan bu deyimin hikâyesi Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Hazretleri devrinde yaşanan bir hadiseye atfedilir.
       Sultan İkinci Selim Yemen’de çıkan isyanları bastırmak üzere Sinan Paşa’yı yollamış. Sinan Paşa’nın karışıklıkları bastırmasından sonra Yemen’de uzun yıllar sürecek Osmanlı hâkimiyeti tekrar başlamıştır.
       Bir gün Sinan Paşa’nın ordusu çölde konaklamış, aşçılar yemek pişirmek üzere torbalardaki pirinci büyük bir bezin üstüne dökmüş ve içindeki taşları ayıklamaya başlamışlar.
      Bu sırada aniden çıkan bir rüzgârla kumlar pirinçlerin üstüne savrulunca, Yeniçeriler arasından nüktedan bir asker, arkadaşlarına:
“Siz pirinç nimetini taşlı diye beğenmezdiniz. Hadi, şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını ” diyerek herkesi güldürmüş

     Yedi Kıta Tarih ve Kültür Dergisinin ( Kasım 2011 Sayı 39 ) Tarih Ambarı köşesinden iktibas edilmiştir

 

 

                                                                                          KAYIKÇIYA NASİHAT


     Kayıkçının birisi akşama kadar müşteri beklemekte ve akşam çocuklarına götüreceği ekmeğin parasını düşünmekte iken bir müşteri zuhur etmiş çıka gelmiş.

Kayıkçı son derece sevinerek müşterisini istediği yere kadar götürmüş. Fakat müşteri dışarı çıkıp parası olmadığını ve ne kadar sıkılsa ve ne yapsa çare bulamadığını söyleyip para yerine kendisine nasihat vereceğini, onu dinleyip kabul etmesini istemiş.

Kayıkçı çaresiz kalıp müşterinin vereceği nasihatı sormuş. Adam tereddütsüz, “ bundan sonra parasını peşin almadan hiçbir müşteriyi kabul etme” demiş!


                                  Ruzname-i Ceride-i Havadis, numara 504, 17 Cemaziyülevvel 1279 [10 Kasım 1862]
 

 

Bu mesaj, gunduzalp tarafından, 12.11.2011 19:43:12 itibariyle düzenlenmiştir.

                                                                         SIR SAKLAMASINI BİLİR MİSİN?
     
Yavuz Sultan Selim Han, yapacağı seferleri gizli tutardı. Bir sefer hazırlığı sırasında vezirlerinden biri seferin nereye yapılacağını merakla sorunca, vezire:
        “Söyle bakalım vezirim, sen sır saklamasını bilir misin?” dedi. Vezir de sevinerek ve gözle parıldayarak:
        “Elbette hükümdarım, bilirim ve asla kimseye de söylemem.” Deyince Sultan da şöyle cevap verdi:
        “Ben de bilirim.”

 

Emeklerinize saglik; güzel, manidar nüktelerdi... Devami gelir insaAllah... Birkac tane nükte de ben paylasayim, hazir foruma gelmisken :)

 

Gönlümü fethettiği için

Fatihe sorarlar:
- İstanbulu niçin fethettin?
Cevap verir:
- Önce o benim gönlümü fethettiği için!
 

 

Biz Sizi Uyanık Bildiğimiz İçin

Evi hırsızlar tarafından soyulmuş olan bir kadın, Kanuni Sultan Süleyman'a gelerek şikayette bulunur. Padişah kadını dinledikten sonra ona şöyle sorar:
- Hırsızların evini soyduğunu duymayacak kadar da insan derin uyur mu?
Evi soyulan kadın, Padişah'ın sorusuna şu ilginç cevabı verir:
- Biz sizi uyanık bildiğimiz için o kadar derin uykuya dalmıştık.
 

Sana Bir "Vav" Yazayım

Hattat Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş'a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur.

Kayıkçıya; "efendi, yanımda param yok, ben Sana Bir "Vav" Yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın" der.

Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya.

Satıcı yazıyı alır almaz "Hattat Hafız Osman vav'ı" diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata "vav"ı satar kayıkçı.

Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu "vav" ile kazanmıştır.

Bir gün Hattat Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır.

Hattat Hafız Osman da yol ücretini uzatır kayıkçıya.

Kayıkçı "efendi para istemez, sen bir "vav" yazıver yeter" der.

Hattat Hafız Osman gülümseyerek ; "efendi o "vav" her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım" der.


(ALINTI)
 

Bu mesaj, hazani tarafından, 17.11.2011 03:16:35 itibariyle düzenlenmiştir.

                                                                ÂDETİMİZ BÖYLEDİR, EVVELA NAMAZ KILARIZ
         Devlet dairelerinden birinde bir kalem müdürünün maiyetinde çalışan memurlar:
         “Bizim şefe bir akşam baskın yapalım, iftara gidelim” diye karar vermişler.İftar topuna beş dakika kala şefin evine varmışlar. Adamcağız şaşırmış, ama belli etmeyip buyurun demiş. Doğru hanımına koşmuş:
         “Hanım, bir misafir baskını var” demiş. Hanım:
          “Efendi üzülme. Top patlayınca: Âdetimiz böyledir, evvela namaz kılarız de.Birinci rekâtta Yasin suresini oku.İkincisinde de Fetih suresini oku.Yalnız kapıyı aralık bırak, pilavın yağını koyunca sesinden anlar, namazı bitirir, misafirleri buyur edersin” demiş.
Hakikaten, maharetli hanımın dediği gibi yapılmış ve davetsiz misafirler yemeğe geldiklerinde kendilerini doyuracak kadar yemeği görünce hayret etmişler.

Fahrettin Paşa 

"Burası yalnız bir kale değil, Medine’dir. Kucağında Peygamberimiz’in mukaddes türbesini taşıyan Medine-i Münevvere’dir.Onu İslam’ın halifesine ve yüksek efendilerine karşı olan küçük bir haydut şebekesine ve bir İngiliz yüzbaşısına teslim edemem

Ey İnsanlar!.. Size bin üç yüz yıl öncenin, bu kubbeleri çınlatan ilahi, mukaddes sesiyle hitap ediyorum. Ve mübarek kabrinde diri olan Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem huzurunda yemin ederek diyorum ki; biz ne kadar kuvvetli düşmanlar karşısında bulunursak bulunalım, Allahü Teala’nın izni ve onun Resul-i Ekrem’inin şefaati ile zerre kadar bezginlik ve usanma göstermeden mukaddes bildiğimiz mücadelemize devam edeceğiz.

Ey İnsanlar! Malumunuz olsun ki, cesur ve kahraman askerlerim, bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son mermisine, son damla kanına,son nefesine kadar korumaya ve savunmaya görevlidir.

Buna Müslümanca, askerce söz vermiştir.Bu asker Medine’nin enkazı ve sonunda Ravza-i Mutahhara’nın yeşil kubbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınamayacaktır! Allahü Teala bizimle beraberdir. Şefaatçimiz onun Resulü, Peygamberimiz Efendimiz’dir.

Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zabitleri! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daiama namus ve din borcunu kanıyla ödemiş cesur Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlatlarım! Gelin Allah’ın ve işte huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz peygamberinin karşısında hep beraber, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki: “YA RESULALLAH, BİZ SENİ BIRAKAMAYIZ.”


Medine-i Münevvere Müdafii FAHREDDİN PAŞA

 

 

 

 

4 Şubat 1868
Bulgaristan, Rusçukta tevellüd etti.
Mayıs 1891
Harbiyeden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu.
1894
Erzincan’da bulunan 4. Ordu’ya atandı
1908
1.Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanlığı’na tayin edildi.
1910
Tekirdağ’da bulunan 2. Kolordu Kurmay başkanlığına getirildi.
Temmuz 1913
Komutanı olduğu 31. Tümen, Edirne’ye giren ilk Türk birliği oldu.
Kasım 1914
Halep’te Mirlivalığa (Tümgeneral) terfi etti.
Ocak 1915
Suriye’de bulunan 4.Ordu’nun komutan vekili oldu.
Haziran 1916
Medine karakollarına saldırılar başladı ve Fahreddin Paşa kontrolü eline aldı.
Mayıs 1917
Ravza-i Mutahhara’da bulunan Emanat-ı Mübareke ve Hazine-i Nebeviyye’yi (asm) İstanbul’a gönderdi.
Temmuz 1918
Ferik (Korgeneral) rütbesi verildi.
Ocak 1919
Emri altında bazı subaylar tarafından etkisiz hale getirilerek teslim edildi.
Ağustos 1919
Harp suçlusu sıfatıyla gittiği Kahire’den Malta’ya götürüldü.
Eylül 1921
Ankara’ya geldi.

 

Mart 1922
Afganistan Kabil elçiliği vazifesine başladı.
Haziran 1926
İstanbul’a geldi.
Ocak 1932
Askeri Yargıtay Divanı 2. Başkanlığı’na getirildi.
Şubat 1936
Emekliye ayrıldı.
22 Kasım 1948
Dar-ı bekaya irtihal eyledi. Rumeli Hisarı’na defnedildi.


 Cenab-ı Mevla Dini mübin-i İslam’a hizmet eden tüm ecdadımızın hizmetlerini makbul, kabirlerini pürnur, taksiratlarını affeylesin bizleride onlara layık birer manevi evlat olmayı, torun olmayı nasip etsin İnşallah.

 

İhtiyat mülazımlarından İdris Sabih Bey'in Medine Müdafaası sırasında Peygamber Efendimiz'e (a.s.m.) hitaben yazıp, Fahreddin Paşa'ya ithaf ettiği o günleri ve Emanatı Mübareke'yi muhafaza edenlerin gönül dünyasını anlatan bir şiir 

DÜNYA VE AHİRET EFENDİMİZSİN

Bir ulü'l emr idin emrine girdik:
Ezelden bey'atli hakanımızsın
Az idik. sayende murada erdik.
Dünya ve ahiret efendimizsin

Unuttuk İlhan'ı, Kara Oguz'u:
İşledik seni gözbebeğimize.
Bağışla ey şefi kusurumuzu
Bin küsür senelik emeğimize

Suçumuz çoksa da sun'umuz yoktur
Şımardık müjde-i sahabetinle
Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur.
Doyarız bir lokma şefaatinle

Nedense kimseler dinlemez. eyvah!
O kadar saf olan dileğimizi
Bir ümmi isen de Ya Resulallah
Ancak sen okursun yüreğimizi

Suları tükendi gülabdanların
Dinmedi gözümüz yaşı, merhamet
Külleri soğudu buhurdanların
Aşkınla bağrını yakmada millet

Gelmemiş Türkce'de Lebid.Hassan'ın
Yok bizde ne Bürde, ne Muallaka
Yolunda baş veren Al-i Osman'ın
Lal ile yazdığı tarihten başka

Ne kanlar akıttık hep senin için
O ulu Kitab'ın hakkıçün aziz
Gücümüz erişsin ve erişmesin
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz

Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz
Can verir, cananı veremez Türkler
Ebedi HADİMÜL HAREMEYNİNİZ
Ölsek de Ravza'nı ruhumuz bekler.


 

Bu mesaj, gunduzalp tarafından, 22.11.2011 00:48:10 itibariyle düzenlenmiştir.

Selamün Aleyküm

Bu gün gittiğimiz bir ev ziyaretinde, söz, dönüp dolaşıp Medine ve Mekke ye kadar gelmişti.Bir ağabeyimiz şöyle bir anektod paylaştı.

Yaşlı bir adam Mekke deki ecyad kalesine dönüp hüngür hüngür ağlamaya başlamış.Oradakiler sormuşlar 'hacı amaca, Kabe bu tarafta (onun arka tarfında) iken neden o tarafa dönüpte ağlıyorsun? Yaşlı adam cevap vermiş 'Kabe nin ne tarfta olduğunu bende biliyorum. Yııllar önce şu kalede buraları korumak/gözetlemek için tuttuğum nöbetleri hatırladım.Onun için ağlıyorum ' demiş.

İçimize oraların havasının dolduğu bir gecede ve Kabe den Osmanlı izlerinin yok edilmeye çalışıldığı şu günlerde, bize, Medine Müdafii Fahrettin Paşa yı hatırlatmanız oldukca manidar oldu.

Sağolunuz!

Oğlum! Bunu al, Günde Üç defa Ağrıyan Yerine Sür

 

    Hilal-i Ahmer (Kızılay) reislerinden Ali Paşa Anadolu’da vazife yapmaktadır. Bir gün evine koltuk değneği ile köylü bir geç gelir, bacağından muzdarip olduğunu söyler. Paşa, genci muayene ettikten sonra reçetesini yazar ve “Oğlum, bunu al günde üç defa ağrıyan yerine sür” der.Bir hafta sonra genç kucağında bir kuzu, omzunda bir heybe hediye ile muayehaneye gelir, doktorun elini öper, teşekkür eder ve ufak bir kâğıt parçasını da uzatarak: “Doktor bey,”der ve devam eder: “ Verdiğiniz kâğıdı, siz günde üç defa dediğiniz halde ben tükürükleyip tükürükleyip günde on defa ağrıyan yerime sürdüm. Üç gün devam ettim, hiçbir şeyim kalmadı demir gibi oldum, kâğıttan biraz arttı. Başka bir hastaya lazım olur diye onu da geri getirdim”…

İnanmak Herşeydir
2011/11/24 2:05
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! (0 oy)

 İnanç,dua,moral.

Bunların tedavi edici özellikleri yıllardır bilinir.

Hayret ve gülümseme ile okuduğum bir anı.

Ve inanmamız halinde sadece iyileşmek değil,istediğimiz herşeyi yapabiliriz.

 

Sultan Alp Arslan
2011/11/27 18:49
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! (0 oy)

SULTAN ALP ARSLAN

Anadolu’ya fetih kapılarını açmaya Cenab-ı Hakk’ın inayeti ve tevfikı ile muvaffak olan Selçuklu Sultanı Alp Arslan  Merv’de melik olarak hüküm sürdüğü müddet istisna edilirse saltanatı sadece dokuz sene devam etmiştir. Bu dokuz yılda misli görülmemiş zaferler kazanmış; amcası tarafından kurulan Selçuklu imparatorluğuna çok daha fazla genişlik, kudret ve haşmet kazandırmıştır.  Kudreti, sür’atli fetihleri ve derin imanı dolayısıyla Alp Arslan ile Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim arasında birçok benzerlik bulunmaktadır. İbn Kemal’in Yavuz Sultan Selim hakkında söylediği “az zaman içre çok iş etmişti” mısraiyle başlayan kıtası Selçuk’lu sultanı Alp Arslan’ı da çok güzel ifade etmektedir. Bu kudreti ve mefkûresi dolayısıyla Alp Arslan Cihan hâkimiyeti şuurunu taşımıştır. Vefatından önce:

“Bir tepe üzerine geldiğimiz zaman ordunun azametinden ve askerin çokluğundan dolayı altımda yerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime ben Dünya sultanı (Melik-üd dünya)yım; bana kimsenin kudreti yetmez. Bu ordu ile Çin’i dahi fethederim, bana kim galip gelebilir dedim. Bu gurur yüzünden şimdi bu aciz duruma düştüm. Hâlbuki herhangi bir sefere girişirken daiama Allah’dan yardım dilerdim” sözleri ile hem bu şuurunu, hem de imanını ve cihangirlik davasını belirtmiştir.

     Alp Arslan, bütün ömrünce İslam’a hizmet edebilmiş nadir zatlardandır. Girdiği her savaşa ya bir fitneyi bastırmak yahut İslam memleketlerini muhafaza etmek veya Müslümanların itikadlarına zarar verenleri mahvetmek için girmişti. Nitekim kendiside bir harici tarafından şehid edilmiştir.

    Sultan Alp Arslan akıllı, adaletli ve iyi ahlaklı insandı. Her asılsız ihbara itibar etmezdi. Hâkimiyet sahası çok genişlenmişti, bütün dünya ona boyun eğmişdi. Ona Müslüman müellifleri tarafından  “Adil Sultan” , “Fetih Babası” denilmiştir. Bazı Hıristiyan kaynaklarında bile bu isimle anılmaktadır. Ona, haklı olarak “Sultan-ul Alem” denilirdi.

     Ülkesinin hiçbir yerinde cinayet ve müsadere olmazdı. Halktan makul bir şekilde vergiler alınırdı buda kolaylık olsun diye iki ye bölünerek tahsil edilirdi.

     Bir gün biri, veziri Nizamülmülk aleyhinde yazdığı yazıda sultanın memleketlerinde ne kadar malı olduğunu ve negibi vergiler alındığını anlatmıştı. Yazı, sultanın namaz kıldığı yere bırakılmıştı. Sultan onu alıp okudu, sonra da onu Nizamülmülk’e verip. “Bu mektubu al, eğer bunu yazanların yazdıkları doğru ise ahlakını güzelleştir, durumunu düzelt. Eğer yalan söylüyorlarsa onların hatalarını bağışla ve onları öyle mühim işlerle meşgul etki insanları aldatmaya vakit bulamasınlar.”demiştir.

SULTAN ALP ARSLAN’IN ŞEHİD EDİLMESİ

Asıl adı Muhammed olan Sultan, Alp Arslan adı ile meşhur olmuştur. Eylül 1072 başında Maveraünnehr’e doğru sefere çıkmıştı. Askerlerinin sayısı iki yüz bin süvariden fazlaydı. Alp Arslan’ın adamları 20 Kasım 1072 günü Yusuf el Harezmî adlı kale muhafızını huzura getirdiler. Yusuf yanında sakladığı bıçakla sultanı yaraladı.

Sultan yaralanınca şöyle dedi:

“Bir tepe üzerine geldiğimiz zaman ordunun azametinden ve askerin çokluğundan dolayı altımda yerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime ben Dünya sultanı (Melik-üd dünya)yım; bana kimsenin kudreti yetmez. Bu ordu ile Çin’i dahi fethederim, bana kim galip gelebilir dedim. Bugün Allah-u Teâlâ beni en zayıf kulu karşısında aciz bıraktı” deyip istiğfar etti. 24- 25 Kasım 1072 tarihinde vefat etti ve Merv’de babasının yanına defnedildi.

Sultan Alp Arslan 1032-1033 yılında doğmuştur. Kırk yıl birkaç ay yaşamıştır. Başka bir rivayete göre 1029-1030 tarihinde doğmuştur. Kırk iki kırk üç yıl yaşamıştır. Sultan olarak adına hutbe okunduğu tarihten vefatına kadar hükümdarlık müddeti dokuz sene altı ay ve birkaç gündür.

SULTAN ALP ARSLAN’IN KİTABESİ

1071’deki Malazgirt zaferimizin muhteşem kahramanı Sultan Alp Arslan’ın  “Merv” şehrindeki türbe kitabesi şu mealdedir: 

Alp Arslan’ın göklere yükselen başını gördün,
Merv’e gel ve onun toprak olmuş tenine bak:
Ne kemeri üstündeki yıldız, ne ay gibi parlak yüzü
Ne altındaki at, ne de elindeki dizgin kalmıştır!

Rabbim! Başta Efendimiz (asm) olmak üzere dini mübin-i İslam’a hizmet eden tüm ecdadımızın gittiği yolda yürümeyi bizlere nasip etsin inşallah.

Kaynaklar: Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti (Ötüken Yayınları Prof Dr Osman Turan)

Tarihi Hakikatler 2 İsmail Hami Danişmend

Yedikıta Sayı 12 Ağustos 2009

                                                            ÇİÇEK AŞISINI DÜNYADA İLK DEDA ECDADIMIZ KULLANMIŞTIR.

          Osmanlı tarihçilerinden Ahmet Cevdet Paşa Tarih-i Cevdet isimli eserinde şöyle demektedir:

          “Hafif çiçek çıkarmış olan çocukların kabarmış ve dolu olmuş çiçeklerinin suyunu alıp ve henüz çiçek çıkarmamış olan bir çocuğun kolunu çizip, o suyu sürerek aşı eyledikleri yerde bir kabarcık çıkıp, onunla ol çocuk nöbetini savuşturarak, çiçek hastalığından halas bulurdu.”
 

                                                                               Tarih-i Cevdet, 1, s:233-234

 

“TÜRKMEN” ADI NEREDEN GELİR?

          Hicretin 300. (912/13) yılında Türklerden iki bin kişi Müslüman olmuştur. Bundan dolayı, bu Müslümanlara “İmanlı Türk “ ( Türk-i İman ) denilmiştir. Kelime zamanla söyleyişte hafifleyip, Türkman ( Türkmen) halini almıştır. Türkmen adı o zamandan beri kullanılmaktadır.
 

                                                                DEĞİRMEN TAŞI, PAŞAM!

 

     Ayıntaplı Hasırcızade Mehmed Ağa, bir gün, Keçecizade Fuat Paşa’nın parmağındaki yüzüğe dikkatli dikkatli bakıyordu. Paşa sordu:

     “Taşına mı bakıyorsun?

     “Evet Paşam, ne taşı diye bakıyorum.”

     “Elmas!”

      “Afedersiniz ama, bir şey soracağım efendim, bu taş size kaç para getiriyor?”

      Fuat Paşa:
      “Hiç” dedi.

      Hasırcızade gülümseyerek:
      “Benim de, dede yadigarı bir taşım var ama, her sene bana elli altın getirir”dedi

      “Ne taşı bu”

     “Değirmen taşı paşam

 

 

                                             GÜNDÜZ ÇALIŞSIN, GECE UYUSUN!


     Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethini kolaylaştırmak için evvela Boğaziçi’nin Avrupa yakasına bir Boğazkesen Hisarı inşasına karar vermişti. Hemen faaliyete geçti. Kendisi de, bizzat ırgatların başında bulunmak suretiyle hisarın bir an evvel bitirilmesine gayret ediyordu. Fatih, bu günlerin birinde, Vezir Çandarlı Halil Paşa’ya sordu:
     “Edirne’deki medresede talebelerden biri vardı. O kimdi? Niçin gece hiç uyumazdı?”
      Halil Paşa:
     “Geceleri derse çalışırda sultanım, ondan dolayı uyumaz…”deyince , Sultan:
     “Allah Allah!.. Bu talebe, benim gibi gece gündüz İstanbul’un fethini mi düşünüyor? Gündüz çalışsın gece uyusun! diye cevap verdi

                                                TERLEMEZSE NE YAPARSIN?


      Zamanının meşhur doktorlarından olan Aziz Paşa mektepten diploma alacağı sene imtihanda kendisine tevcih edilen suallere şöyle cevap vermiştir.
     - Bir hastayı terletmek için ne yaparsın?
     - Falan ilacı veririm, efendim.
     - Terlemezse ne yaparsın?..
     - Şu ilacı veririm edendim
     - Yine terlemezse?
     - Bunu yaparım
     - Yine terlemezse
     İşin bu şekilde uzayacağını anlayan Aziz Paşa hocasına
     - Valla efendim yine terlemezse huzurunuzda imtihan ederim demiştir..
.

Bu mesaj, gunduzalp tarafından, 12.12.2011 12:47:00 itibariyle düzenlenmiştir.
Müthiş Bir Zeka Örneği
2011/12/27 17:08
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! (0 oy)

                                                                                        MÜTHİŞ BİR ZEKA ÖRNEĞİ

     Bir gün, birisi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın yoluna çıkıp:
     “Padişahım Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan eyle.” demiş.
     Sultan Mehmed Han:
     “Efendi Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana tek tek say, sana her bir peygamber hakkı için on akçe vereyim.”diye mukabelede bulunmuş.
     Bunun üzerine adam sadece on beş kadar peygamberin ismini sayabilmiş. Sultan Mehmed Han’da bunların her biri için adama on akçe verilmesini emretmiş
 

                                                                                        ÇAL ÇOBAN ÇAL

     Yıldırım Bayezid Han, Timur’un Sivas şehrini harab ettiğini ve oğlu Şehzade Ertuğrul’un da şehid düştüğü haberini alınca çok müteessir olmuş ve bir sabah Uludağ eteklerinde, gamını dağıtmaya çalışırken, koyun güden bir çobanın hazin hazin kaval çaldığını görmüş..
     Çobanın bu haline gıpta eden Sultan, çobana:
     “Çal çoban, çal, ne derdin var ki? Sivas gibi kalen mi yıkıldı,Ertuğrul gibi şehzaden mi şehid edildi?,,” diyerek hüznünü ifade etmiş…
 

                                                                              SENİN KARLARINI ULUDAĞA TOPLATTIM 

     Ahmet Vefik Paşa vali olduğu sırada Bursa’da çok ağır bir kış olmuş ve her taraf karla dolmuş. Vali o zamanlar fermanlı olarak Uludağ’ın karlarını toplayıp satmak hakkına sahip olan buzcubaşıya emir salmış:
     “Çabuk şehirden karları toplat” demiş.
     Buzcubaşı ise:
     “Pekâlâ, sabah olsun toplarım.” Cevabını vermiş.
     Fakat o gece bir lodos esmiş ve bütün karları eritmiş. Ertesi sabah Buzcubaşı valiye gitmiş ve:
     “Vali Paşamız, hani benim karlarım? Onları sizden isterim, çünkü toplatmasaydım bana ceza verecektiniz. Şimdi zararımı ödeyin, ben onları toplatıp kuyulara dolduracaktım, yarın da satıp para kazanacaktım! demiş…
     Ahmet Vefik Paşa da ona:
     “Senin karlarını Uludağ’a toplattım. Git oradan al.” diye latifede bulunmuş.
 

                                                                                   TAŞI DA TOPRAĞI DA MEVLEVİDİR

     Yavuz Sultan Selim Han ve ordusu Mısır seferi dönüşünde Konya’ya geldiklerinde çok büyük bir fırtına çıkmış. Yerlerden kalkan tozlar havada döne döne göklere yükselirken Sultan, Şeyhülislam İbn Kemal Hazretlerine :
     “Bu hal nedir” diye sorar.
     İbn Kemal Hazretleri de şu cevabı verir:
    “Efendim, burası Mevlana’nın şehridir . Taşı da toprağıda Mevlevi’dir. İşte böyle durmadan dönerler.”
 

 

                                                                                                                             MEHMED AKİF ERSOY

     Milletimizin ruhunu terennüm etmiş iyi ve muttaki bir Müslüman olan, dini iyi anlayan, yaşayan ve yaşatmaya gayret göstermiş olan, Devlet ve Milletimiz için hayırlı birçok görevde bulunan, İslam ümmetinin top yekûn en felaketli, ızdıraplı dönemlerinde yaşayan ve zamanın, Müslümanlara yüklemiş olduğu ızdırapları sıkıntıları evvel emirde nefsinde hisseden ve bunun ferd ve millet bazında izalesi için bir ömür geçiren merhum üstadımız Mehmet Akif Ersoy’u imanımızın, fikrimizin ve mücadelemizin bir büyüğü olarak Rahmet ve dualarla anıyoruz
    1973’de İstanbul Fatih civarında Sarıgüzel’de doğdu. Babası Fatih müderrislerinden Tahir Efendi, annesi Emine Şerife hanımdır. İlköğrenimine Fatih’te Emir Buhari mahalle mektebinde başladı. Fatih Merkez Rüşdiyesi’ne devam etti. Arapça ve İslami bilgileri babasından öğrendi. Farsça ve Fransızca öğrendi. Baytar mektebine girdi be 1893 de birincilikle bitirdi. Mesleğiyle birlikte sanat ve edebiyatla ilgilenmeye devam etti. İlk şiirlerini Resimli gazete’de yayımladı. Halkalı ziraat mektebinde kompozisyon, Üniversite’de edebiyat dersleri verdi.1908’de Sırat-ı Müstakim (Sebilürreşad) dergisinde yazılar yazdı.1. Dünya Harbinden önce Mısır’a gitti. Medine-i Münevvere’yi ziyaret etti.1. dünya harbinde “Teşkilat-ı Mahsusa”da savaş sonrası Darul Hikmet’ul İslamiye’de vazife aldı.
İlk TBMM’nde Burdur Milletvekili oldu. 17 Şubat 1921’de yazdığı istiklal Marşı, 12 Mart’ta TBMM tarafından kabul edildi; ihtiyacı olmasına rağmen kendisine tevdi edilen para ödülünü almadı. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Mısır’a gitti (Ah tarihin dili olsa da anlatsa)
Üniversitede Türk edebiyat dersleri verdi. Orada siroz hastalığına yakalandı ve Türkiye’ye döndü 27 Aralık 1936’da vefat etti. Kabri İstanbul Edirnekapı Şehitliğindedir. Cenab-ı Hak rahmet ve mağfiret eylesin inşallah bizlere de Onların şuurunu ihsan eylesin.

(Ans.Bilg.Arş.no:67 )
 

Üç Çeşit Dost Vardır
2011/12/31 15:10
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! (0 oy)

                                      ÜÇ ÇEŞİT DOST VARDIR.

Baki’ye dostları kaç çeşit dost olduğunu sorarlar. Baki üç çeşit dost vardır der:

“Bir dost vardır gıda gibidir. Sen onu her gün ararsın.”
“Bir dost vardır ilaç gibidir gerektiğinde ararsın.”
“Bir dost daha vardır, hastalık gibidir; o seni arar.”
 

                                                                               ZAMANIMIZIN EN KUVVETLİ DEVLETİ HANGİSİDİR

     Sultan Abdülaziz Han devrinin Sadrazam ve Hariciye Nazırı Keçecizade Fuad Paşa, Avrupada bir diplomatlar toplantısında bulunuyordu. Söz arasında ortaya latif yollu bir sual atıldı:
     “Zamanımızın en kuvvetli devleti hangisidir?” denildi. Keçecizade Fuad Paşa, bu suale hiç tereddütsüz şu cevabı verdi
     “Osmanlı Devleti!..”
     “Mecliste bulunanlar :
     “Nasıl olur?! Diye taaccüpte bulundular. Bunun üzerine Fuad Paşa:
     “Çünkü siz dışarıdan, biz içerden yıkmaya çalıştığımız halde o hala ayakta duruyor.” dedi.
 

                               İMPAROTOR OLARAK BULUNAMAZDINIZ

     Fransa Kralı 3.Napolyon, Osmanlı Devleti’nin Paris Büyükelçisi Ahmet Vefik Paşa ile konuşurken bir ara alaylı bir şekilde
     “Sen kendini Yavuz Sultan Selim’in elçisi mi zannediyorsun?”der.
     Bunun üzerine Ahmet Vefik Paşa da büyük bir hazır cevaplılıkla:
     ”Öyle olsaydım, siz Fransa’da İmparator olarak bulunamazdınız”
     diye mükâlemede bulunmuştur.

 

Kahvenin Yanında Niçin Su İkram Edilir?

Kahve ikram edildiğinde yanında su da getirilmesi  Osmanlı zamanından günümüze gelen köklü bir adettir.
Şimdilerde ezbere yaptığımız bu ikram şeklinin bir hikmeti de varmış elbet.
Eve misafir geldiğinde kahveyle birlikte su getirilirmiş; çünkü misafir toksa kahveyi, açsa suyu alırmış.
Misafir suyu aldığında ise hemen sofra kurulurmuş.İnsanı insan yapan bir medeniyetin, hassas bir kalp kazandırarak hayatı güzelleştirmesi böyle oluyor demek...

Abonelik Bilgisi Abonelik
Kullanıcı Adı:
Parola:
Bilgi Hatırlatma Yeni Üyelik
İletişim | Kullanım Şartları | Reklam Bilgileri | Tüm Üyeler | Ne Nasıl Yapılır? | Arama | RSS | Twitter | Facebook | Youtube

Son Üyeler: Mete123456, Hayati, masalozt, masalozturk, aculha,
Son Oturumlar: