Bu günlerde, duygusallığım artmış vaziyette; kimileyin, dokunulsam ağlayacağımdan korkuyorum.
* * * * *
Bir zaman önce, proje taslaklarım arasına bir madde eklemiştim: İnziva.
Bu hafta tam zamanı, dedim kendi kendime; ancak, birkaç sakınca vardı:
Bu hafta, ramazan bayramı haftasıydı; yine de, bayramın ilk günü Pazar gününe denk geldiğinden, bayramlaşma işlemlerini ilk gün tamamlayabilirdim. Zaten, memlekete gitmediğimden ve yalnız yaşadığımdan pek problem olmayacaktı.
Karar verdim: Hafta boyunca evden çıkılmayacak; başkalarıyla görüşülmeyecek, konuşulmayacak. (Çok özel durumlarda, kurallara, en çok 5 kez uyulmayabilir.)
* * * * *
Uygulama, Pazartesi’den Cuma’ya kadar sürecekti. Bugün, günlerden Cumartesi, ayrıca gece. O halde yarın, gerekli ihtiyaç malzemelerini tedarik etmeliydim. Birkaç kitap bulmuştum arkadaşlardan.
Bayramın yarın olduğunu ve bu nedenle, iş merkezlerinin kapalı olduğunu hatırladım bir an. Saate baktım, civardaki bir alışveriş merkezi hâlâ açıktı. Oraya gittim. Yaklaşık bir saat boyunca, markette dolanmama rağmen; ne alacağıma bir türlü karar veremedim. Sonra üç adet ekmek ve pirinç alarak eve yöneldim. Yarın, zor olsa da, bir kaç açık yer bulunacağını düşünmüş; ekmeği bu yüzden fazla almamıştım.
Bayram günü, akşam saatlerinde açık bir market buldum. Şanssızdım; ekmek yoktu. Ben de, biraz, ekmeksiz yenilebilecek yemek malzemesi aldım.
Döner yapan yerler vardı, yürüdüğüm yol üzerinde. Tavuk döner, yediyüzellibin lira idi. Döner alabileceğimi düşündüğümde, dönercilerin sonlarına ulaşmıştım. Son birinin yanından geçerken, tavuk dönerinin tükendiğini; et dönerinin varlığını gördüm.
Düşündüm: Tavuk dönere göre, et döner birmilyon lira olmalıydı; eğer daha fazla olacak olursa, almadan da çıkabilirdim. Ve işyerine girdim. Fiyat birbuçuk milyondu. Almadan çıkmaya niyetlendimse de; aptalca bir mahcubiyet duydum ve bir tane paketlemesini söyledim dönerciye. Bekleme esnasında, içten içe hep söylendim kendime.
Eve doğru giderken, kulaklıkları kulaklarıma taktım, işitsel yapıtlar dinlemeye başladım. Bir şiir çalmaya başladı: M. Atilla Maraş'ın yazdığı "Aney" adlı şiirdi bu. Birden bizimkileri hatırladım; henüz, arayıp bayramlarını kutlamamıştım bile. Bir telefon kulubesine giderek, onlarla iletişimi sağladım. Görüşme bittikten sonra, birkaç yeri daha aramam gerektiği halde; nedense, canım pek istemiyordu. Eve doğru yöneldim.
* * * * *
1. GÜN
Ve işte, proje başladı. Artık evdeydim. Birkaç saat bilgisayarla uğraştıktan sonra, yorulduğumu hissettim ve uyudum.
Kalktığımda akşam ezanı okunmak üzereydi. Bilgisayarı açtım ve birkaç saat uğraştım. Acıktığımı hissettim; ramazanda bile daha fazla yiyordum. Kalktım ve birkaç öğün yetecek kadar yemek yaptım. O kadar yemeği gördüğünüzde, gözünüz doyuyor. Üstelik sadece gören değil; aynı zamanda pişiren de siz iseniz...
Yemek yerken, bir de kapı zili çalmaz mı? Saklanacak delik arayanların heyecanını yaşadım birkaç saniye. Hani ışıklar yanmıyor olsa, evde yokmuşum numarasını çekebilirdim belki. Zil bir kez daha çaldı. Geçici bir çözüm olarak, devekuşu yöntemini denedim: Kulaklıkları kulaklarıma takarak, yüksek sesle müzik dinlemeye başladım. Artık zil sesi filan duymuyordum.
Diğer taraftan, cep telefonuma bayram tebrik mesajları geliyor, bazen de aranıyordum. Tabi ki, onlara da cevap veremiyordum. Bu yüzden kendimi biraz kötü hissediyordum; ancak, neyse ki dün akıllılık etmiş, mail adres defterimdeki herkese bayram tebrik mesajı göndermiştim.
* * * * *
2. GÜN
Ertesi gündü artık. Bugün, biraz erken denecek bir vakitte, ikindi civarı uyandım. Bilgisayarla uğraştım, yemek yedim ve işte kitap okumaya başladım. Derken, telefon çalmaya başladı. Birkaç kez çaldı ve sustu. Az sonra tekrar çalmaya başladı. İlerleyen dakikalarda tekrar ve tekrar. Aradan birkaç saat geçti, kimin aradığını merak ettim: Bende kayıtlı olmayan bir numaraydı. Defalarca aradığına göre, önemli bir durum olmalıydı. En azından kimin aradığını bilseydim, diye düşündüm? İnsanın aklına neler neler geliyordu? Sonra, ilgimi başka yöne aktarmam gerektiğini anladım.
Arkadaşlarla belli periyotlarla toplanıp, kişisel gelişim üzerine müzâkereler yapıyoruz. Bana da ilerleyen günlerde sunmam için, Muhammed Bozdağ'ın "Düşün ve Başar" adlı kitabından, "Büyük Düşünmek" başlıklı bölüm verilmişti. O bölümü okumaya başladım. Biraz ilerlemiştim ki, bir mesaj geldi. Yazıyı okumayı sürdürdüm. Zaman sonra, mesaja baktım. Daha önce beni defalarca arayan numaradan geliyordu: Bizim bir arkadaş, mesajı aldığımda onu aramamı yazmış. Anlaşılan mühim bir durumdu. Projeyi hazırlarken, kendimin bilgisayar işleriyle uğraştığımı unutmuştum galiba. Aslında unutmamıştım, sadece yeni kurduğum, pek de tanınmadığım için ve müşterinin olmaması sebebiyle önemsememiştim.
Bir çözüm yolu düşünmeye başladım. Aradan dakikalar geçti, sonra proje şartlarına göz attım: "Hafta boyunca evden çıkılmayacak; başkalarıyla görüşülmeyecek, konuşulmayacak." Ve bulmuştum işte: Burada "yazışılmayacak" diye bir ibare yok ve eğer mesaj atacak olursam bu, "yazışma" kapsamına girecekti. Ve işte mesajı gönderdim:
"iyi bayramlar.Durumu mesajla bildir.Bu hafta yalniz yazisabilirim.Ayrica cumartesiye kadar da ortalikta yokum,ona göre.Hurmetler."
Az sonra, cevap geldi: Bir arkadaşın telefon numarasını soruyordu. Kendime kızmadan edemedim; ama şöyle teselli buldum: Tamam, belki benim için önemli olmayabilir; peki ya arkadaş için de öyle mi? Hem sonra, ne bilsin benim bu tuhaflığımı.
Ve işte, telefonu tümden kapatmış bulunuyorum.
Az önce ayna karşısındayken, iki sözcük çıktı ağzımdan: "Gizemli Adam". Ardından gülmeye başladım. Uygun bir tespitti.
* * * * *
Yıllar önce, arkadaşlarla türlü eğlenceler yapardık (ki, hâlâ da yaparım). Meselâ, birine bir kelime verir ve o kelime hakkında birkaç dakika konuşmasını, hatta saçmalamasını isterdik. Zaman sonra, yeni bir boyut getirmiştik: Farklı karakterlere bürünecektik ve amaç, karşıdakini güldürmek. Karşı taraf güldüğünde, puan kazanıyorduk.
Arkadaşın biri, "Oduncu İsmail" tiplemesi yapıyordu; açıkçası bayağı da başarılıydı; hatta şu an bile kahkaha atıyorum.
Diğer bir arkadaş, "Temizlikçi Naciye" tiplemesiyle oyuna katılmıştı; ne yalan söyleyeyim, bu, pek başarılı değildi. Cinsiyeti de tutmuyordu zaten. Ama yine de iyi iş çıkarmıştı, şu an bile gülüyorum.
Sonra biri daha vardı: "Esrarengiz Adam" rolüyle ben.
Toplam üç kişiydik.
Katılımcılardan "Temizlikçi Naciye"yi canlandıran arkadaş, aylar sonra "Esrarengiz Adam"la ilgili olarak şunları söyleyecekti:
"Son aylarda en çok güldüğüm an, 'Esrarengiz Adam' olduğun zaman. Bir daha yapsana."
Ben de, bu hatırayı bozmama adına, geçiştirdim:
"'Oduncu İsmail' olmadan olmaz."
Ne varki, "Oduncu İsmail" başka kentteydi artık.
* * * * *
Ve şimdi, düşündüm de, ben gerçekten biraz "Esrarengiz Adam" haline gelmişim. Aklıma "Oduncu İsmail" ve "Temizlikçi Naciye" geliyorlar. Acaba onlar da, bu karakterlerine biraz olsun benziyorlar mıdır?
Müzik eşliğinde dans ettim bir süre. Bedenen yorulduğumda, başka bir eğlence buldum: Birşeyler izlesem fena olmayacaktı.
Kendimi enerjik hissediyordum... Ne tevafuk ki, izlediğim oyuncu da enerjik görünüyordu. Öyle ki, ben güldüğümde, o da gülüyor; ben sırıtınca, o da sırıtıyor; kızacak, surat asacak olsam, aynıyla karşılık veriyordu. Öyle bir oyuncu ki; ilgi görmedikçe, seyirciyle ilgilenmiyordu. Ben seyirciydim; o da oyuncu. Ancak şu bir gerçek ki; hem seyirci, hem de oyuncu aynı kişiydi. (Bazen, bu gizemim, beni korkutuyor.)
* * * * *
3. GÜN
Ve birgün daha geride kaldı. Bugün, ekmekleri bitirmiş bulunuyorum; artık, ekmeksiz yenilebilecek yemekler yapmalıyım. Aksilik, evde makarna var sanıyordum ve bu yüzden almamıştım; gelin görün ki, yok. Ama neyse ki, hazır mantı var.
Saat, sabaha saatler var, acıktığımı hissediyorum. Önceden pişirmiş olduğum yemeği de, önceki öğünde tüketmiştim. Ve işte, hazır mantıyı yapmaya başladım. Ocaktaki tencerede, su ısınmaya başladı. Ben de, mantıları alt dolaptan gün yüzüne çıkardım. Ama bu da ne!? Neredeyse tümü küf tutmuştu. İşte şimdi aç kaldığım andır.
Biraz düşündükten sonra, mantıları bir kaba koydum ve en az yedi sekiz kez, ova ova yıkadım. Artık tanınabiliyorlardı. Ve onları pişmeye bırakıp, durumu not etmeye geldim.
Şaşırabilirsiniz… Ben de şaşırdım; çalan müzikte, Zuhal Olcay şöyle diyordu: "Ama olsun, pişman değilim, zaten ben bunları anı olsun diye yaşadım."
Bu bir işaret miydi?
Umarım, mantılar yenilebilecek hale gelirler…
Neden pilav yapmadığımı merak etmiş olabilirsiniz, açıklama yapayım: İki ekmek, bu kadar zaman nasıl dayandı sanıyorsunuz?
Evde ayrıca, kola da vardı projeye başlarken. Bölüştürdüğümde, günde iki bardak içme hakkım vardı; ancak iki günde yalnız bir bardak içtiğimden, gündelik üç bardak içebilirdim artık. Beş günde yalnız iki litre kola tüketeceğime inanmakta zorlanıyorum; hele arkadaşlar bana bir zaman, "Kola Canavarı" lakabını dahi takmışlarken. Gelin görün ki; hazırlıksız yakalanmıştı "Kola Canavarı" ve tutumlu olmalıydı.
* * * * *
4. GÜN
Artık sona doğru yaklaşmıştım. Bugün daha erken denilecek bir vakitte, öğleyin uyandım. Bir şeyler yapmalıydım; ama aklıma bir şey gelmiyordu. Bir süre sonra can sıkıntısı da sardı beni. Ama dışarıyı özlememiştim yine. Bir süre daha, can sıkıntısıyla kıvrandım. Sonra kitap okumaya başladım.
Saatler sonra, yemek yedim. Müzik dinlemeye başladım. Bir şeyler yapmalıydım; ama ne olduğu konusunda bir fikrim yoktu yine. Henüz, akşamdı; ama kendimi yorgun hissettim ve uykuya daldım. Gece yarısından sonra tekrar uyandım ve düşünmeye başladım: "Ne yapabilirim?" Henüz bulabildiğim bir şey yok. Bu yazıları tanzimle uğraşıyorum şimdilik; ama zihnim bir şeyler bulma endişesinde.
Ve işte sabah olmak üzere, diğer bir deyimle seher vakti. Acıktığımı hissediyorum, patates kızartıyor ve ekmeksiz yiyorum. Yeme esnasında, zihnim bir şeyler bulmuş gibi dürtüyor beni.
* * * * *
Üniversitede altıncı yılım olmasına rağmen; dört yıllık fizik bölümünü bir türlü bitiremedim. Ve şu an, birinci dönem sekiz; ikinci dönem de yaklaşık onbeş dersim var, geçilmesi gereken. Yani toplam yirmi küsur ders. Ve aldığım duyumlara göre, yedinci sene sonrasında okuldan uzaklaştırılma durumuyla karşı karşıya kalınıyormuş. Biraz sorguladım, doğruymuş; ancak, kalan ders sayısı, altıdan fazla olursa.
Bu durumda benim önümde, hem bu sene; hem de gelecek sene var. O halde, gelecek sene sonrasında, kalan ders sayısını, altının altına indirmeliydim. Dolayısıyla, bu sene için bir hedef çıkardım: Kalan ders sayısını on ya da daha aşağı çekmek. Aslını isterseniz, bitirmek de mümkün; gelin görün ki, bunu bir türlü kafaya koyamıyorum, "büyük düşünme"ye ters olsa da.
Şuna inanıyorum ki; bitirmek isteseydim bitirirdim. Neden bitiremediğimi anlatmak gerekirse, birçok nedeni var. Meselâ, eğitim sistemi. Eğitim sistemi, bitkin vaziyette; en azından bizim bölüm için söyleyebilirim bunu. Öğrencilerin öğrenmeleri değil; ezberlemeleri puan topluyor. Öyle ki, bazı şeyleri niçin öğrendiklerini dahi öğrenemiyorlar. Bu noktada, birkaç gün önce rastladığım ve hemen not ettiğim bir anekdot aktarmak istiyorum:
"Einstein’a, 1 mil kaç feettir, diye sormuşlar.
Einstein: Bilmiyorum. Herhangi bir referans kitabından iki dakikada bulabileceğim gerçeklerle neden beynimi doldurayım?"
Bence, etkin öğrenme, ihtiyaç hissedilmesi halinde gerçekleşir. Ve şimdiki sistem, bunu hissettirmiyor.
Biraz da, okulu bitiremeyişimin güzel taraflarını aktarayım: Konya'yı seviyorum. Okul çevresi de çok iyi: Arkadaşlar, hocalar, insanlar ...
Sonra, bitirince ne olacak ki? Kişisel anlamda, bitirince yapmak istediklerimi, şimdi de yapabilirim. Arkadaşlardan duyduğum kadarıyla iş de bulunmuyormuş zaten. Ben, henüz ilgilenmedim bu konuyla; çünkü, söylenenlere bakılırsa, idealist düşünüyormuşum.
* * * * *
Ve, hedeflerim arasına bir tanesini daha ekledim: Bu sene sonunda, kalan ders sayısı en çok on olabilir.
* * * * *
5. GÜN
Ve işte, son ve kutsal gün. Bugün hareketli bir gün olacak gibi; zira, Cuma namazına gideceğim. Kurallarda yer alan ifadeye dayanarak, kurallara uymayacağım: "Çok özel durumlarda, kurallara, en çok 5 kez uyulmayabilir."
Dün erken saatlerde yattığım ve bugün sabaha doğru uyandığımdan; şu an, güneş kendini epey göstermesine karşın bir türlü uyuyamıyorum. Öte yandan bilgisayara bakmaktan gözlerim şiş bir halde. Bâri bir iki saat kestireyim, diyerek uzanıyorum; ama ne çare, kıvranıp duruyorum.
Birazdan kalkıyor ve hareketli müzik eşliğinde dans ediyorum. Az sonra yorulduğumu hissediyorum; ama içimde bir enerji var hâlâ, rahat duramıyorum. Bilgisayarı açıyor, mikrofonu takıyor ve başlıyorum gevezelik yapmaya, bir başıma. Anlaşılan konuşmayı epey özlemişim. İsterseniz, kaydettiğim bu gevezeliklerden bir bölüm sunayım:
"A,e,ı,i,o,ö,u,ü. E, e, e, eevet! Eeevet! Yine, yeni bir programla, yeniden huzurlarınızdayız, hepiniz hoş geldiniz. Bugün az önce, üstümde ekstra bir enerjinin varlığını hissettim. Gevezelik yapıp duruyordum. Geveze, yani enerjik olduğum an az ya, işte o anları, daha sonra da dinleme adına; yani, bu anı yaşatma adına -bir diğer deyimle belki de-, istedim ki bu anımı kaydedeyim. Ve şimdi -bunun üzerine demek istiyorum- açtım bilgisayarı, aldım elime mikrofonu ve şu an bu gevezelikleri yapıyorum. Ama nedir, şimdiki gevezeliğim; az öncekinin yanında, devede kulak kalıyor? Yani, buradan çıkarılacak sonuç karmaşık olabilir, bu yüzden onu da vereyim isterseniz. Çıkarılacak mesaj şudur ki: Az önce çok gevezeydim; şimdi gevezeliğim azaldı. Neden bilmiyorum, mikrofonu elime alınca diniyorum ya? Yani ne bileyim, mikrofonu elime alışımın asıl nedeni, daha da geveze olmak isteyişim. Ama, mikrofon elimde; ben, dingin vaziyette. Eeevet, az önce neler yapıyordum; onu bile unuttum ya? Az önce neler neler yapıyordum? Gerçi, çok bir şey yapmıyordum, aynı şeyleri tekrar edip duruyordum; ama, bir coşku, bir enerji, bir feveran, bir yani bir, beni sarmalayan bir nedir, bir hava vardı ya! Ya şimdi, o yine var ama, azaldı gibi ya. Yani ne nee nedir ya? Niye hep şikâyet ediyorum ya? Eeevet, İbrahim Sadri'yi hatırladım işte...
Birkaç 'Allah razı olsun' denemesi yapalım: 'Allah razı olsun', 'Allah, razı, olsun', 'Allah râzı olsun', 'Allah, razı olsun'. Ömer Çelik denemesi yapalım birde: 'Allah razı olsun' olmadı, 'Allah razı olsun' pek başaramayacağız herhalde. Son bir kez: 'Allah razı olsun' eh, biraz oldu...
Eeevet kıymetli dinleyenler, yine yeni bir programda, yine yeniden sizlerle birlikteydik. Yani, nedir bu programın adı diye merak ediyorsanız: 'Trans Anı' diye bir isim uygun kaçardı, neden? Çünkü, kendimizi, kendimiz dışındaki güçlerin yönettiği bir an, sanki bu an...
Eeevet yedi dakika oldu, 'Trans Anı' programı, kaç dakika sürmesi gerekiyor? Ee, takdir edersiniz ki, ee, enerjik olduğu zaman, ee, insan, ee, konuşunca, eee, enerjisi, ee, azalacaktır, ee...
Eeevet ve 'Trans Anı' programı burada noktalanıyor, hepiniz hoşçakalın. Yine yeni bir 'Trans Anı' programında umarız yine birlikte oluruz. Allah, enerji versin, sağlık sıhhat afiyet versin hepimize: hem size; hem bize. Allah razı olsun, hepimizden: hem sizden; hem bizden.
Ve işte yeni bir 'Yazılarımızın Seslendirilmesi' programıyla daha huzurlarınızdayım. Bugün sizlere, henüz yazmakta olduğum bir yazımdan, bir bölüm okumayı düşünüyorum. Yazının başlığı, 'inziva'. Bu bir yerde, 'Haftanın Projesi'nin rapor hali, proje uygulaması sırasında neler çektim, hangi sıkıntılara katlandım; yahut ne tür eğlencelerle karşılaştım? Onları okuyacağım size, evet:
'Bu günlerde, duygusallığım artmış vaziyette; kimileyin, dokunulsam ağlayacağımdan korkuyorum. Bir zaman önce, proje taslaklarım arasına bir madde eklemiştim: İnziva ...'
Eeevet, ruhsuz bir okuyuş örneği görüyorsunuz. Berbat ettim kendi yazımı; neyse ki kendi yazım, yani, başkalarının yazısını berbat etmek iyi olmayabilir, o anlamda, kendi yazımı berbat eden, ben olduğuma göre, yani, kimseyi rencide etmediğim anlamına gelir bu zannedersem. Eeevet, bir 'Yazılarımızın Seslendirilmesi' programı daha son buldu. Hepiniz hoşçakalın. Allah razı olsun, hem sizden; hem bizden: hepimizden yani. Eevet!, e, e, e. A, e, ı, i, o, ö, u, ü."
Görüyorsunuz ya, ne çekilmez bir hâl olduğunu. Üstelik, sadeleştirerek, sadece bir kısmını yazdığımı düşünürseniz; ne geveze olduğumu tahmin edersiniz sanırım.
Vakit yakındı. Hazırlıkları tamamladım. Ezan sesi, evden duyulmayabiliyordu. Masa saatine baktım, yarım saat vardı. Bilgisayarla uğraşmaya devam ettim. Dakikalar sonra, bu kez bilgisayar saatine baktığımda yine yarım saat vardı. Bir iş var bu işte, diyerek iki saati karşılaştırdım. Masa saati yirmi dakika kadar ilerideydi. İyi de hangisi doğruydu? Ne olur ne olmaz, diyerek ileri zamanı gösteren saate göre hareket ettim.
Cuma namazına gitmek üzere evden çıktım (Kurallara uymama: 1). Yolda ilerliyordum ki, ileride ağır adımlarla gitmekte olan bir tanıdığı farkettim. Bu yüzden, ben de adımlarımı ağırlaştırdım. Bu hal üzere ilerlerken, yanımdan geçen bir aracın aynasından, benim gerilerimden gelen başka bir tanıdığı farkettim. Tabi, heyecanlandım: Hızlansam önümdekine yetişecek; böyle gidersem, arkamdaki bana yetişecekti. Bir çözüm bulmalıydım. Ve işte, hemen yanda bir yol ayırımı; oraya saptım ve izimi kaybettirdim.
Câmiye girdim ve oturdum. Erken gelmiştim, vaaz veriliyordu. Bir süre sonra yanıma biri oturdu ve eli dizime dokundu. Başımı hafifçe çevirdiğimde, eski komşumuz olduğunu fark ettim ve elimi uzattım. Tokalaştık; ama ağzımızdan bir kelime dahi çıkmadı: câminin büyüsü. Bu sırada hâtip, ön safların doldurulması için tembihte bulundu. Ön tarafımızda boş bir yer vardı; ben, "buyurun" der gibi el işaretinde bulundum. Komşu, yanımdan ayrıldı.
Farz bittikten hemen sonra dışarı çıktım. Ortalık kalabalıklaşmadan uzaklaşmalıydım. Ve işte ayakkabılarımı giyerek eve yönelmiştim ki; hemen yandaki marketten bir şeyler alabileceğimi düşünerek rotamı çevirdim. Az sonra arkamdan "Mustafa Abi" diye bir ses işittim. Duymamazlıktan geldim, ses tekrarlandı; ben aynı numaraya devam ediyordum ki; birinin elini omzumda hissettim. Mecburen baktım, aynı binada oturduğumuz bir komşu çocuğu. Yanında tanımadığım iki çocuk daha vardı ve okula gidiyorlardı. Çaresiz hepsinin ellerini sıktım. Ancak, hiç konuşmadığımı gördüğünde, komşu çocuğu, onları duyup duymadığımı sordu. Diğer çocuklarsa; kılık kıyafetimin biraz sıradışı olması sebebiyle, komşu çocuğuna, deli olup olmadığımı sordular. Onların tiplerini hafızama yerleştirdim; yarın öbür gün cevap veririm ben onlara!
* * * * *
Görünene kanmak, aldanmaktır. Anlam biçemediğimiz şeyleri kötülemek, idraksizliktir. Kötülemek, o şeyin anlamsızlığını değil; kötüleyicinin, o şey hakkındaki kara cahilliğini ortaya koyar. Büyükler demişler: "İnsan, bilmediğinin düşmanıdır."
* * * * *
Bu market yeni açılmıştı; dolayısıyla, çalışanlarını henüz tanımıyordum neyse ki. İçeri girdim ve ekmek reyonuna yöneldim. Sonra, tavuk almak için et ürünleri kısmına. Camekânın içinde paketlenmiş butlar vardı. Camları açmaya gayret ettim, açılmadı. Eleman, yardım önerisinde bulundu. Çarnâçar: "Şu ikili butu alabilir miyim?" dedim (Kurallara uymama: 2). Verdi ve ekledi: "Afiyet olsun"; başımı eğerek teşekkür ettim. Kasaya geldiğimde, geveze bir kasiyere denk geldim. Her gelene "hoş geldiniz" diyor; sonra "iyi günler" diliyordu. Öbür kasaya geçmeyi düşündüm, ama sıra vardı orda. Neyse, "hoş geldiniz"e başımla cevap verdim; ayrılırken hiçbir şey söylemedi. Galiba, konuşmamamdan alınmıştı. Ama benim niyetim, kimseyi üzmek değildi.
* * * * *
Başkalarının kişisel problemleri yüzünden, kendimizi üzmemiz anlamsız.
* * * * *
Ve yatsı vakitleri zil çalıyor; bakmıyorum. Dakikalar sonra, evdeki tüm ışıkları söndürüyor ve kulaklıkla müzik dinlemeye başlıyorum. Az sonra tekrar çalıyor zil. Oturduğum yerden kıpırdamıyorum. Dakikalar sonra yine çalıyor, bu kez ısrarlı. Ve sonra bir daha. Zil uzun uzun basılıyor. Bundan sonra, her on onbeş dakikada bir çalmaya başlıyor. Abartısız, en az on kez çalıyor belki. Ben heyecanlı ve gergin bir halde güya müzik dinliyorum. Az bir zaman sonra kapıya bakabilecektim...
Ve işte beklenen an; saat 24’e geldi ve proje sona erdi: Başarmıştım, özgürdüm artık. Hemen, evdeki tüm ışıkları yaktım. Zilin tekrar çalmasını bekliyorum şu an. Neden açmadığımı soracak olurlarsa; ne cevap verebileceğimi düşünmedim; doğaçlama olsun istiyorum! Eğer öyle bir soru sorulursa, ne cevap verdiğimi alt satırlarda okuyabilirsiniz. Ancak zilin tekrar çalıp çalmayacağını dahi bilmiyorum.
Evdeki tüm ışıkları yakmama ve dakikalardır beklememe rağmen bir seda yok. Meraklanmaya başladım: Hayırdır inşallah. Telefonu açtım; belki mesaj gelmiştir diye. Ama yok.
* * * * *
Başkalarıyla olan ilişkilerimizde istediğimiz sonucu elde edemiyorsak; bu durum, karşımızdaki hakkında, olumsuz düşünmemizi gerektirmez.
* * * * *
Bugün Cumartesi. Dün gece gelenlerin kimler olduğunu öğrendim. Bir tanıdık, başka bir şehirden gelecek ve burada yüksek lisans yapacak bir tanıdığının tanıdığına ev bulmaya çalışmış; bu yüzden benimle, onunla görüşmem için, görüşmüştü. Ancak, bana söylenen tarihte gelmediklerinden; çocuğun, başka bir yere yerleştiğini düşünmüştüm. Ayrıca, gecikme hakkında da bilgilendirilmemiştim. Hem sonra, dün geleceklerini de bilmiyordum.
Çocuk memleketine geri dönmüş; ama tekrar gelecekmiş.
* * * * *
Bu garip uygulamaları neden yaptığımı merak ediyor olabilirsiniz. Gündelik yeknesaklıktan sıyrılmanın bir gayreti. Hergün, aynı şeyleri, aynı yollarla yapmak hayli sıkıcı bir hâl. Sıradışı bir şeyler yapıldığında, yaşam hareketleniyor; kişi eğleniyor, işlevleşiyor, başkalaşıyor.
Bu haftaki uygulamanın getirilerini yazmak gerekirse: Tutumlu olmasını, eldeki malzemeyi en verimli şekilde kullanmasını öğreniyor; okuyor; düşünüyor; kendinizi zorluyor; farklı bakış açıları kazanıyor; koşulları kendi lehinize dönüştürüyor; gelişiyorsunuz... Ve yazıyorsunuz.
* * * * *
Rabbimiz! Bugünümüz, dünümüzden; yarınımız, bugünümüzden ongun olsun!
-------------------------------------------
M. Birgin (Kasım 2004) (HP-57)