Kültür tarihimiz ile ilgili okumuş olduğum ve okumaya devam ettiğim kitaplardan istifademize medar olabilecek bahisleri siz değerli arkadaşlarımla paylaşmak istedim.
İLİM BİR NOKTADIR
Yavuz Sultan Selim gibi bir cihan padişahı hükümdarın iltifatlarına mazhar olan ve Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin oğlu Kanuni Sultan Süleyman zamanında da çokça rağbet gören İbn-i Kemal İsmi ile müsemma olmuş devrin yetiştirdiği kemal sahibi alimlerimizdendir
Osmanlı şeyhülislamlarının en büyüklerinden biri olan İbn-i Kemal sadece osmanlı ülkesinde değil, İslam aleminin her tarafında tanınıyor ve seviliyordu.İkiyüzden fazla eser kaleme aldığı rivayet edilmektedir. Hoş sohbet, hazırcevap, mütevazi, yumuşak huylu bir zat olan İbn-i Kemal bir ara insanlık icabı hafifçe gurura kapılır, derin ilmiyle iftihar etmeye başlar.Derken karşısına maneviyat erenlerinden biri çıkar ve şöyle sorar:
- Üstadım! Allah'ın ilmiyle mahlukatın ilmini bana kıyas yoluyla anlatır mısınız?
İbn-i Kemal önünde duran büyükçe bir kağıdın tam ortasına bir nokta koyar. "Allah'ın ilmi bu büyük kağıda nisbet edilirse, mahlukun ilmi şu nokta kadar kalır" der. Bu cevaptan hoşlanan gönül ehli o zat, bir soru daha sorar:
-Peki, sizin ilminiz bu noktanın neresinde kalıyor?
Her soruya cevap veren devrin allamesi, susmak zorunda kalır ve hatasını anlar.
(Dursun GÜRLEK - Çınar altı kitap sohbetleri - Timaş Yayınları)
|
Teşekkürler gunduzalp, başucu kitapların arasında hakkıyla yerini alabilecek bir kitap, izninle bir tane de ben paylaşayım arkadaşlarla bir kıssa :)
İSTANBUL KABADAYILARI
Yetmişli yıllarda kitapçı vitrinlerinde sık sık görülen daha doğrusu müheykel halde kendini gösteren kocaman bir kitap vardı. Ragıp Şevki Yeşim tarafından kaleme alınan ve ''Allahın Gazapları'' adını taşıyan bu eser o kadar hacimliydi ki, birisi gazaba gelip muhatabının kafasına fırlatmış olsaydı, mutlaka kan dökerdi.
Bir gün sahhaflar Şeyhi Muzaffer Ozak'ın dükkânına bir adam gelir ve aralarında şu konuşma geçer:
-Allah'ın Gazapları var mı?
-Var!
-Ben ondan istiyorum
-Allah'ın rahmeti varken, gazabına niçin talip olursunuz?
-Bana o lazım.
-Peki madem ki istiyorsun, senin olsun!
Bir gün Sahaflar Çarşısı'nda Sabri Bey'in dükkânında tozlu kitapların sararmış ve kararmış yapraklarını çeviriyordum. Tam o sırada içeri giren bir müşteri,''bet'' bir sesle sordu: ''İnsan-ı Kâmil var mı?'' Sabri Bey ''yok'' dedikten ve müsteri gittikten sonra şu viçiz cümleyi sarfetti: ''Bu kadar yıldır kitapçılık yapıyorum, kâmil insana rastlamadım!''
Derken içeri cins bir müsteri daha girdi. O da kaba saba tavırla seslendi:
-Refi Cevad'ın İstanbul Kabadayıları var mı?
Sabri Bey, yine sabrederek dedi ki:
-Olmaz olur mu? Hatta bir kısmını Ankara'ya gönderdik. Şimdi onlar birbirlerine silâh çekiyorlar.
Ve artık ''ya sabır!'' çekiyorum.
-Dursun GÜRLEK - Çınar altı kitap sohbetleri-
|
Katılımınız için asıl ben teşekkür ederim abheri, katılımlarınızın devamını bekliyoruz.
YA HAFIZ
Ahşaptan yapılmış olan eski İstanbul evlerinin genellikle ön cephesinde " Ya Hafız" yazısı ve levhası göze çarpıyordu. Dua mahiyetinde olan ve "Allah korusun, muhafaza buyursun" anlamına gelen bu söz, ahşap evlerin ayrı bir özelliğini ve güzelliğini teşkil ediyordu. bugün bile bazı örneklerine rastladığımız bu eski zaman evleri ve bir nazar boncuğu gibi, alınlarını süsleyen "Ya Hafız" levhaları Osmanlı zarafetinin inceliğini yansıtıyordu. Laleli'deki " Tayyare Apartmanları" nın cephesinde halen görülen iki " Ya Hafız" yazısı, bakanların görenlerin gözlerini okşamaya bugün de devam ediyor.
Hem devlet adamlığıyla, hem de zarif fıkralarıyla büyük bir şöhret kazanan Keçecizade Fuat Paşa, İstanbul'u ziyaret eden Avrupalı bir meslekdaşına şehri gezdirir. Her tarafta bol miktarda görülen bu "Ya Hafız" yazıları, yabancı diplomatın da dikkatini çeker, ne anlama geldiğini öğrenmek ister.Fuat Paşa da şu cevabı verir:
-Ekselans! Bunlar Osmanlı sigorta şirketinin amblemleridir!...
( Maziye Bir Bakıver - Dursun Gürlek - Timaş Yayınları)
|
KARAKUŞİ HÜKÜMLER
Son zamanlarda verdiği kararlar ve yaptığı icraatlarla adından çokça söz ettiren ve binlerce gencin istikbalini karartan milletin iradesini hiçe sayan bir takım çevrelerin bu tutum ve davranışları aklıma geçenlerde Dursun Gürlek hocamızın Kültür Dünyamızdan Manzaralar isimli kitabında okuduğum bir anektodu getirdi...
Münasebetsiz yorumlara, yanlış hükümlere, akıl ve iz'an dışı cezalara "KARAKUŞİ HÜKÜMLER" denildiği malumunuzdur. Böyle keyfi kararların büyük bir bölümü Karakuş'a isnat ediliyor.Denizden katre misali bir kaç örnek...
Bir eve giren hırsız, ceplerini doldurduktan sonra pencereden kaçmak istiyor .Fakat pencere gevşek olduğu için ayağı kayıyor, yere düşüp ayağını kırıyor.Ertesi sabah yakalanacağından korkarak, valinin huzuruna çıkıyor: "Efendim, benim asıl mesleğim hırsızlıktır.dün bir eve girip bir şeyler çaldım.Pencereden çıkmak istedim, fakat çerçevesi gevşek olduğu için düşüp ayağımı kırdım" diyor.Karakuş, bu evin sahibi kimse, huzura getirmelerini emrediyor.Ev sahibi gelince, penceresini gevşek yaptığı, böylece hırsızın düşmesine sebep olduğu için onu hapisle tehdit ediyor.
Zavallı ev sahibi ürkek bir sesle, "Bu, marangozun hatasından kaynaklanıyor. Ben ona parasını tam olarak ödedim. Fakat o işini noksan yapmış, bitirmeden bırakıp gitmiş" diyor Bunun üzerine vali, marangozu çağırtıyor. İşini ihmal etmek suretiyle bir vatandaşın hayatını tehlikeye attın, diyor.Tabii ki marangoz hemen itirazda bulunuyor: "Efendim, benim bir hatam yok.Ben pencereyi tamir ederken, üzerinde parlak ve kırmızı bir elbise bulunan bir kadın geçiyordu.Onun olağanüstü güzelliğine o kadar kapıldım ki, son çiviyi eğri olarak çiviledim!" diyor.
Vali, güzelliğini teşhir eden bu kadını bulduruyor. Onu, marangozun işini tam olarak yapmasına engel olmak suretiyle bir yurttaşın hayatını tehlikeye sokmakla itham ediyor. Kadın, "Benim güzelliğim Allah'tan geliyor. Elbiseme o parlak ve kırmızı rengi veren boyacıdır."diye konuşuyor. Elbise boyacısı huzura getiriliyor. Boyacı, elbiseyi bu şekilde boyayanın kendisi olduğunu itiraf ediyor. Boyacının ileri sürebileceği hiçbir mazeret bulunmadığı için, nöbetçilere, bu adamın hapishane önünde asılması, cesedinin orada aleme ibret için iki gün asılı bırakılması emrediliyor. Boyacı derhal idam mahalline götürülüyor. Fakat boyacıyı asmaya geldikleri zaman, adamın çok uzun boylu olduğunu görüyorlar. Durumu valiye arz ediyorlar.Bunun üzerine vali, "Daha kısa boylu bir elbise boyacısı bulun ve onu asın!" emrini veriyor.
Bir gün, bir adam Karakuş'a başvurup kulağını ısıran bir adamı şikayet ediyor. Şikayet edilen adam: "Ya Emir!. Bu adam yalan söylüyor. Kendi kulağını kendi ısırdı" diyor. Karakuş içeriki odaya gidiyor, kendi kulağını ısırmaya çalışıyor. Fakat bu arada sandalyeden yuvarlanarak kolunu incitiyor. Büyük bir öfkeyle: "Yalan söylüyorsun, bu herifin kulağını sen ısırdın, üstelik benim de kolumu incittin." deyip gerekli cezayı veriyor.
Bir gün Karakuş'un yanına bir kimse geliyor. Bir adamın gözünü çıkardığını söyleyerek kısas istiyor. Derhal adamı buluyorlar. Ama o şöyle diyor: " Ya Emir ben dokumacıyım. Tek gözle mekiği takip edemeyeceğim için iş göremem Lakin avcı bir komşum var. O tek gözle işini görür" der. Karakuş, bir süre düşündükten sonra bunu makul buluyor ve avcının aleyhine hüküm veriyor.
Adamın biri, diğer bir adamdan şikayette bulunarak alacağını vermediğini söylüyor. Karakuş sorar, verecekli olan kimse:"Evet borcum var. Ancak elime para geçtiği zaman bu adamı arıyorum fakat bulamıyorum. Tam aksine, parasız olduğum zamanlar ise kendisine rastlıyorum."şeklinde konuşuyor. Bunun üzerine Karakuş alacaklıya:
-Seni hapsedeceğim. Yerin belli olsun ki, bu adam eline para geçince getirip sana borcunu ödesin diyor.
Olur olmadık meselelerde Halkın Milletin aleyhine hüküm verenlere ithaf olunur.
Vesselam....
|
Ben de Ahmet Rasim
Dünya küçüldü, teknik hayli ilerledi. Ama buna paralel olarak dertlerimiz büyüdü, insanlık geriledi. Nezaket ve zarafet tası tarağı toplayıp güzellikler dünyasına göç etti. Tabii ki bir sürü haşarat ortalığı kapladı. “Cebi dolarlı, boynu yularlı” it kopuk takımına, şimdi de bir yandan cep telefonuyla konuşurken, diğer taraftan sokaklara tükürmeye devam eden densizler katıldı.
Adap erkan yoksulu bu heriflerin daha çok toplu taşıma araçlarında insanları rahatsız ettiklerini, kaba saba davranışlarda bulunduklarını üzülerek ve bir şey yapamamanın verdiği sıkıntıyı yaşayarak müşahede ediyoruz
Kadıköy vapurundan çıkarken, herif-i nâşerifin biri, üstad Ahmet Rasim’e bir güzel çarpar, omzunu incitir. Ünlü yazarımız can acısıyla başını çevirip bakınca adam daha da küstahlaşır, “sersem!” diye bağırır.
Ahmet Rasim Bey hiç renk vermez, güya tanıdık teşhis ediyormuş gibi, dikkatli bir şekilde baktıktan sonra sorar:
-Ne dediniz?
-Sersem!
-Öyle mi? Müşerref oldum! Bendeniz de Ahmet Rasim!
-Dursun Gürlek / Çınaraltı kitap sohbetleri-
|
Kanuni Sultan Süleyman şehzadelerini sünnet ettirdiği sırada oldukça muhteşem bir düğün yaptırır. Ondan daha önce de vezir Makbul İbrahim Paşa da gösterişli bir düğün yaptırmış, bu muhteşem düğüne Kanuni Sultan Süleyman’ı da davet etmişti. Padişah bir vesileyle İbrahim Paşa’ya:
“Senin düğünle benim düğünü nasıl buluyorsun? Hangisi daha mükemmel oldu? Diye sorar.
İbrahim Paşa “Benim düğünüm” diye cevap verir. Padişah şaşkın bir halde sebebini sorar. Paşa der ki:
Efendimiz, benim düğünümü zamanın koca padişahı şereflendirmişti. Sizin düğüne onun gibi biri geldi mi?
Çınaraltı Kitap Sohbetleri / Dursun Gürlek
|
AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
Genellikle, bir iş hallederken daha karmaşık ve zor bir durumla karşı karşıya kalındığında kullanılan bu deyimin hikâyesi Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Hazretleri devrinde yaşanan bir hadiseye atfedilir.
Sultan İkinci Selim Yemen’de çıkan isyanları bastırmak üzere Sinan Paşa’yı yollamış. Sinan Paşa’nın karışıklıkları bastırmasından sonra Yemen’de uzun yıllar sürecek Osmanlı hâkimiyeti tekrar başlamıştır.
Bir gün Sinan Paşa’nın ordusu çölde konaklamış, aşçılar yemek pişirmek üzere torbalardaki pirinci büyük bir bezin üstüne dökmüş ve içindeki taşları ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada aniden çıkan bir rüzgârla kumlar pirinçlerin üstüne savrulunca, Yeniçeriler arasından nüktedan bir asker, arkadaşlarına:
“Siz pirinç nimetini taşlı diye beğenmezdiniz. Hadi, şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını ” diyerek herkesi güldürmüş
Yedi Kıta Tarih ve Kültür Dergisinin ( Kasım 2011 Sayı 39 ) Tarih Ambarı köşesinden iktibas edilmiştir
KAYIKÇIYA NASİHAT
Kayıkçının birisi akşama kadar müşteri beklemekte ve akşam çocuklarına götüreceği ekmeğin parasını düşünmekte iken bir müşteri zuhur etmiş çıka gelmiş.
Kayıkçı son derece sevinerek müşterisini istediği yere kadar götürmüş. Fakat müşteri dışarı çıkıp parası olmadığını ve ne kadar sıkılsa ve ne yapsa çare bulamadığını söyleyip para yerine kendisine nasihat vereceğini, onu dinleyip kabul etmesini istemiş.
Kayıkçı çaresiz kalıp müşterinin vereceği nasihatı sormuş. Adam tereddütsüz, “ bundan sonra parasını peşin almadan hiçbir müşteriyi kabul etme” demiş!
Ruzname-i Ceride-i Havadis, numara 504, 17 Cemaziyülevvel 1279 [10 Kasım 1862]
Bu mesaj, gunduzalp tarafından, 12.11.2011 19:43:12 itibariyle düzenlenmiştir.
|
SIR SAKLAMASINI BİLİR MİSİN?
Yavuz Sultan Selim Han, yapacağı seferleri gizli tutardı. Bir sefer hazırlığı sırasında vezirlerinden biri seferin nereye yapılacağını merakla sorunca, vezire:
“Söyle bakalım vezirim, sen sır saklamasını bilir misin?” dedi. Vezir de sevinerek ve gözle parıldayarak:
“Elbette hükümdarım, bilirim ve asla kimseye de söylemem.” Deyince Sultan da şöyle cevap verdi:
“Ben de bilirim.”
|
Emeklerinize saglik; güzel, manidar nüktelerdi... Devami gelir insaAllah... Birkac tane nükte de ben paylasayim, hazir foruma gelmisken :)
Gönlümü fethettiği için
Fatihe sorarlar:
- İstanbulu niçin fethettin?
Cevap verir:
- Önce o benim gönlümü fethettiği için!
Biz Sizi Uyanık Bildiğimiz İçin
Evi hırsızlar tarafından soyulmuş olan bir kadın, Kanuni Sultan Süleyman'a gelerek şikayette bulunur. Padişah kadını dinledikten sonra ona şöyle sorar:
- Hırsızların evini soyduğunu duymayacak kadar da insan derin uyur mu?
Evi soyulan kadın, Padişah'ın sorusuna şu ilginç cevabı verir:
- Biz sizi uyanık bildiğimiz için o kadar derin uykuya dalmıştık.
Sana Bir "Vav" Yazayım
Hattat Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş'a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur.
Kayıkçıya; "efendi, yanımda param yok, ben Sana Bir "Vav" Yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın" der.
Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya.
Satıcı yazıyı alır almaz "Hattat Hafız Osman vav'ı" diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata "vav"ı satar kayıkçı.
Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu "vav" ile kazanmıştır.
Bir gün Hattat Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır.
Hattat Hafız Osman da yol ücretini uzatır kayıkçıya.
Kayıkçı "efendi para istemez, sen bir "vav" yazıver yeter" der.
Hattat Hafız Osman gülümseyerek ; "efendi o "vav" her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım" der.
(ALINTI)
Bu mesaj, hazani tarafından, 17.11.2011 03:16:35 itibariyle düzenlenmiştir.
|
ÂDETİMİZ BÖYLEDİR, EVVELA NAMAZ KILARIZ
Devlet dairelerinden birinde bir kalem müdürünün maiyetinde çalışan memurlar:
“Bizim şefe bir akşam baskın yapalım, iftara gidelim” diye karar vermişler.İftar topuna beş dakika kala şefin evine varmışlar. Adamcağız şaşırmış, ama belli etmeyip buyurun demiş. Doğru hanımına koşmuş:
“Hanım, bir misafir baskını var” demiş. Hanım:
“Efendi üzülme. Top patlayınca: Âdetimiz böyledir, evvela namaz kılarız de.Birinci rekâtta Yasin suresini oku.İkincisinde de Fetih suresini oku.Yalnız kapıyı aralık bırak, pilavın yağını koyunca sesinden anlar, namazı bitirir, misafirleri buyur edersin” demiş.
Hakikaten, maharetli hanımın dediği gibi yapılmış ve davetsiz misafirler yemeğe geldiklerinde kendilerini doyuracak kadar yemeği görünce hayret etmişler.
|
Oğlum! Bunu al, Günde Üç defa Ağrıyan Yerine Sür
Hilal-i Ahmer (Kızılay) reislerinden Ali Paşa Anadolu’da vazife yapmaktadır. Bir gün evine koltuk değneği ile köylü bir geç gelir, bacağından muzdarip olduğunu söyler. Paşa, genci muayene ettikten sonra reçetesini yazar ve “Oğlum, bunu al günde üç defa ağrıyan yerine sür” der.Bir hafta sonra genç kucağında bir kuzu, omzunda bir heybe hediye ile muayehaneye gelir, doktorun elini öper, teşekkür eder ve ufak bir kâğıt parçasını da uzatarak: “Doktor bey,”der ve devam eder: “ Verdiğiniz kâğıdı, siz günde üç defa dediğiniz halde ben tükürükleyip tükürükleyip günde on defa ağrıyan yerime sürdüm. Üç gün devam ettim, hiçbir şeyim kalmadı demir gibi oldum, kâğıttan biraz arttı. Başka bir hastaya lazım olur diye onu da geri getirdim”…
|
İnanç,dua,moral.
Bunların tedavi edici özellikleri yıllardır bilinir.
Hayret ve gülümseme ile okuduğum bir anı.
Ve inanmamız halinde sadece iyileşmek değil,istediğimiz herşeyi yapabiliriz.
|
DEĞİRMEN TAŞI, PAŞAM!
Ayıntaplı Hasırcızade Mehmed Ağa, bir gün, Keçecizade Fuat Paşa’nın parmağındaki yüzüğe dikkatli dikkatli bakıyordu. Paşa sordu:
“Taşına mı bakıyorsun?
“Evet Paşam, ne taşı diye bakıyorum.”
“Elmas!”
“Afedersiniz ama, bir şey soracağım efendim, bu taş size kaç para getiriyor?”
Fuat Paşa:
“Hiç” dedi.
Hasırcızade gülümseyerek:
“Benim de, dede yadigarı bir taşım var ama, her sene bana elli altın getirir”dedi
“Ne taşı bu”
“Değirmen taşı paşam
GÜNDÜZ ÇALIŞSIN, GECE UYUSUN!
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethini kolaylaştırmak için evvela Boğaziçi’nin Avrupa yakasına bir Boğazkesen Hisarı inşasına karar vermişti. Hemen faaliyete geçti. Kendisi de, bizzat ırgatların başında bulunmak suretiyle hisarın bir an evvel bitirilmesine gayret ediyordu. Fatih, bu günlerin birinde, Vezir Çandarlı Halil Paşa’ya sordu:
“Edirne’deki medresede talebelerden biri vardı. O kimdi? Niçin gece hiç uyumazdı?”
Halil Paşa:
“Geceleri derse çalışırda sultanım, ondan dolayı uyumaz…”deyince , Sultan:
“Allah Allah!.. Bu talebe, benim gibi gece gündüz İstanbul’un fethini mi düşünüyor? Gündüz çalışsın gece uyusun! diye cevap verdi
TERLEMEZSE NE YAPARSIN?
Zamanının meşhur doktorlarından olan Aziz Paşa mektepten diploma alacağı sene imtihanda kendisine tevcih edilen suallere şöyle cevap vermiştir.
- Bir hastayı terletmek için ne yaparsın?
- Falan ilacı veririm, efendim.
- Terlemezse ne yaparsın?..
- Şu ilacı veririm edendim
- Yine terlemezse?
- Bunu yaparım
- Yine terlemezse
İşin bu şekilde uzayacağını anlayan Aziz Paşa hocasına
- Valla efendim yine terlemezse huzurunuzda imtihan ederim demiştir..
.
Bu mesaj, gunduzalp tarafından, 12.12.2011 12:47:00 itibariyle düzenlenmiştir.
|
MÜTHİŞ BİR ZEKA ÖRNEĞİ
Bir gün, birisi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın yoluna çıkıp:
“Padişahım Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan eyle.” demiş.
Sultan Mehmed Han:
“Efendi Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana tek tek say, sana her bir peygamber hakkı için on akçe vereyim.”diye mukabelede bulunmuş.
Bunun üzerine adam sadece on beş kadar peygamberin ismini sayabilmiş. Sultan Mehmed Han’da bunların her biri için adama on akçe verilmesini emretmiş
ÇAL ÇOBAN ÇAL
Yıldırım Bayezid Han, Timur’un Sivas şehrini harab ettiğini ve oğlu Şehzade Ertuğrul’un da şehid düştüğü haberini alınca çok müteessir olmuş ve bir sabah Uludağ eteklerinde, gamını dağıtmaya çalışırken, koyun güden bir çobanın hazin hazin kaval çaldığını görmüş..
Çobanın bu haline gıpta eden Sultan, çobana:
“Çal çoban, çal, ne derdin var ki? Sivas gibi kalen mi yıkıldı,Ertuğrul gibi şehzaden mi şehid edildi?,,” diyerek hüznünü ifade etmiş…
SENİN KARLARINI ULUDAĞA TOPLATTIM
Ahmet Vefik Paşa vali olduğu sırada Bursa’da çok ağır bir kış olmuş ve her taraf karla dolmuş. Vali o zamanlar fermanlı olarak Uludağ’ın karlarını toplayıp satmak hakkına sahip olan buzcubaşıya emir salmış:
“Çabuk şehirden karları toplat” demiş.
Buzcubaşı ise:
“Pekâlâ, sabah olsun toplarım.” Cevabını vermiş.
Fakat o gece bir lodos esmiş ve bütün karları eritmiş. Ertesi sabah Buzcubaşı valiye gitmiş ve:
“Vali Paşamız, hani benim karlarım? Onları sizden isterim, çünkü toplatmasaydım bana ceza verecektiniz. Şimdi zararımı ödeyin, ben onları toplatıp kuyulara dolduracaktım, yarın da satıp para kazanacaktım! demiş…
Ahmet Vefik Paşa da ona:
“Senin karlarını Uludağ’a toplattım. Git oradan al.” diye latifede bulunmuş.
TAŞI DA TOPRAĞI DA MEVLEVİDİR
Yavuz Sultan Selim Han ve ordusu Mısır seferi dönüşünde Konya’ya geldiklerinde çok büyük bir fırtına çıkmış. Yerlerden kalkan tozlar havada döne döne göklere yükselirken Sultan, Şeyhülislam İbn Kemal Hazretlerine :
“Bu hal nedir” diye sorar.
İbn Kemal Hazretleri de şu cevabı verir:
“Efendim, burası Mevlana’nın şehridir . Taşı da toprağıda Mevlevi’dir. İşte böyle durmadan dönerler.”
|
ÜÇ ÇEŞİT DOST VARDIR.
Baki’ye dostları kaç çeşit dost olduğunu sorarlar. Baki üç çeşit dost vardır der:
“Bir dost vardır gıda gibidir. Sen onu her gün ararsın.”
“Bir dost vardır ilaç gibidir gerektiğinde ararsın.”
“Bir dost daha vardır, hastalık gibidir; o seni arar.”
|
ZAMANIMIZIN EN KUVVETLİ DEVLETİ HANGİSİDİR
Sultan Abdülaziz Han devrinin Sadrazam ve Hariciye Nazırı Keçecizade Fuad Paşa, Avrupada bir diplomatlar toplantısında bulunuyordu. Söz arasında ortaya latif yollu bir sual atıldı:
“Zamanımızın en kuvvetli devleti hangisidir?” denildi. Keçecizade Fuad Paşa, bu suale hiç tereddütsüz şu cevabı verdi
“Osmanlı Devleti!..”
“Mecliste bulunanlar :
“Nasıl olur?! Diye taaccüpte bulundular. Bunun üzerine Fuad Paşa:
“Çünkü siz dışarıdan, biz içerden yıkmaya çalıştığımız halde o hala ayakta duruyor.” dedi.
|
|
|