İran, doğunun gizemli ve gururlu ülkesi. İmparatorluklar kurmuş, devletsiz kalmamış, dünya medeniyetine katkısı büyük bir millet. Kimi devletlere göre şer üçgenine dahil tehlikeli bir ülke, kimine göre dünyadaki emperyalist güçlere karşı dik duruşun sembolü, bazılarına göre de geri kalmış bir üçüncü dünya ülkesi. Tam bir kapalı kutu. Yıllarca süren savaşlardan yorgun düşmüş, ambargolarla kendi içine kapanmış. Son dönemlerde de Amerika ve İsrail'e karşı sergilediği cesur, sivri ve kararlı duruşuyla, sahip olduğu zengin petrol ve doğalgaz kaynakları sayesinde yaptığı milyar dolarlık anlaşmalarla, nükleer güç olma yolunda gösterdiği kararlılıkla ve savunma sanayisindeki gelişmeleriyle dünya gündemini sürekli meşgul ediyor İran. Bu haliyle bazı devletleri karşısına, bazılarını arkasına, bazılarını da bu ülkeye karşı nasıl hareket edeceği noktasında kafalarını karışık halde bırakan 75 milyonluk nüfusuyla güç olma kararlığındaki bir iradeyi sergiliyor dünyaya.
Mayısta Halk Sağlığına başlayacaktım ve 2 hafta kadar boş zamanım vardı. İran'ın vizesiz ve çok ucuz olduğunu duymuştum. Ayrıca yakın komşumuzdu. Pasaportum vardı. Dil problemi de yaşamazsın dediler. Çünkü 30 milyon Azeri yaşıyordu İran'da. İdare eder bir İngilizceyle de sorun yaşamam diye düşünerek İran'a gitmeye karar verdim. Gerçi tehlikelidir, savaş çıkacak, gitme diye uyaranlar oldu ama, ben kararımı vermiştim. There is God, no problem!
İlk olarak uçakla Van'a gittim, ordan da Van-Tahran otobüsüyle İran'a yolculuğum başladı. Hakkari Yüksekova'daki sınır kapısında 20 dakikada işlemlerimiz bitince, otobüs hareket etmeye başladı. Otobüs ilerlerken, yollar, köyler, insanlar bize çok benziyordu. Sanki Diyarbakır'dan Van'a gidiyorum. İlk bakışta farklı olan tek şeyin hiçbir şey anlayamadığım Farsça yazılar olması biraz düşündürüyor beni. Çünkü yüzyıllardır konuştuğumuz, yazdığımız, yabancılık çekmediğimiz bu dilin insanlarıyla çok rahat anlaşıyorduk. Farklı alfabeler olunca ve okullarda bu dille ilgili kabaca da olsa bir şey verilmeyince kültürler arası irtibatlar da kesiliyor. Bu da haliyle iki ülke arasındaki her türlü bilgi alışverişini de zorlaştırıyor. Urumiye'de verilen 5 saatlik molada şehri gezme imkanım oldu biraz. Evler, yollar, arabalar bize göre biraz eskiydi. Best Van Turizmle geldiğim Urumiye'den Hamsefer firmasıyla Tahran'a biletim kesildi. 11 saatlik yolculuğun ardından Tahran'ın Azadi otogarına vardım. Otobüsten inince yalnız başıma, dilini de bilmediğim bir ülkede adeta sudan çıkmış balık gibi hissettim kendimi. Nereye gideceğimi bilmeden ilerliyorum ve terminal dışından daha önce televizyondan gördüğüm Azadi(özgürlük) anıtını görünce oraya doğru ilerliyorum. Meydana gidip, İran'da okuyan, şans eseri telefonunu bulduğum Ahmet arkadaşı arayıp, Azadi anıtının önünde beklediğimi söyledim. Tahran Üniversitesi'nde Fars dili ve edebiyatı okuyan Ahmet geldi ve kaldığı üniversite yurduna gittik.
Tahran
Tahran 15 milyonluk nüfusuyla dev bir şehir. Dünyanın yerleşim alanı olarak en geniş kentiymiş. Şehir çok hareketli, geniş yolları sürekli yoğun ve insanlarda bir koşuşturma var. Yollar nizami ve iki taraflı ağaçlarla yemyeşil. Modern sayılabilecek bir şehirleşme ve gelişmişlik var. Ayrıca insanları da çok sıcak ve yabancılara karşı sempatikler. Tahran'da metro olduğunu da öğrenip, sonrasında da binince, bu ülkeyle ilgili ön yargılarım da kırılıyor birden. İran'la ilgili bilgilerimi yokluyorum ve aslında çok şey bilmediğimi farkediyorum. Yıllarca devlet rejiminden dolayı tehlikeli, öcü gibi gösterilen ve batının bakış açısıyla bakıp, korktuğumuz bu ülkede Türkiye'den geldiğimi söyleyince gördüğüm ilgi ve sevgi beni çok şaşırttı doğrusu. Türkiye'ye karşı müthiş bir sempati var. Tanıştığım kişilerin çoğu telefonumu, mailimi istiyor, beni evlerine davet ediyorlardı. Böyle olunca kendimi zengin, yerinde olmak istenilen bir turist gibi hissediyorum. Tahran da Ankara gibi gezilecek yeri fazla olmayan, düzenli, monoton, sıkıcı bir başkent görünümünde. Şehrin biraz dışındaki Elbruz dağları eteklerinde bulunan ve eski şahın sarayının da bulunduğu Derbent bölgesine gidiyorum. Buradaki teleferiğe binip, Tahran'ı yüksekten seyretmenin de ayrı bir tadı var doğrusu. Asağı doğru inip, şah Pehlevi ailesinin sarayı olan Sadabad'a gidiyorum. Burada ona yakın şuanda müze olarak değerlendirilen köşk var. İçinden geçen dereler, harika bahçe düzenlemesi ve bakımlı ağaçlarıyla ortamda masalsı bir hava hakim. İran'da genel olarak parkların hemen hemen hepsi harika bir göz zevkiyle düzenlenmiş.
Sonrasında şehir merkezine gidiyorum. Vali Asr, İnkılab, Azadi, Firdevsi, Hafızpol, Cumhuri İslami cadde ve meydanları, şehir merkezinin en önemli yerleri. İnkılab meydanında meydanın fotoğrafını çekerken, biri gelip, fotoğraf çekmemi engellemeye çalıştı. Yan tarafta da polis arabası vardı. Herhalde sivil polisti. Ben Türkçe Türkiye'den geldiğimi ve sadece fotoğraf çektiğimi söyleyince, o da Azerice konuşup, yasaklardan bahsetti. Makinemi aldı ve çektiğim fotoyu silmeye çalıştı. Baktım makinem elden gidiyor. Makineye elimi uzattım ben silerim dedim. Göstererek sildim ve kılıfına koydum. Selam verip, ordan uzaklaştım. Buna benzer bir olay da Türkiye'ye dönerken her eyalet giriş çıkışlarında otobüsün durdurulup, kimlik kontrolü yapılırken benle uzun saçlı genç bir İranlının indirilip, sorguya çekilmesi oldu. Anlaşılan o ki her sistem kendini korumak için kendisine tehdit olarak algıladığı durumlardan, kişilerden emin olmak ister. Ben uzun saçlı, top sakallı değildim ama herhalde pasaportumdaki ABD vizesi için indirildim otobüsten. Bu arada polis arabalarının tümü son model Mercedes. Bu da polislere ayrı bir karizma katıyor doğrusu.
Tahran'da bulunduğum sırada 20.uluslararası kitap fuarı vardı. Çok büyük bir alanda, çok fazla yayınevinin katıldığı fuar alanı tıklım tıklım doluydu. Bizim gibi genç nüfusu çok olan İran'ın, okuma oranı yazma oranı çok yüksek. Çok fazla üniversite var. Fuardaki insanların çoğu bayandı. Zaten parklarda, ırmak kenarlarında oturup, manzara resmi yapan çarşaflı bayanları görünce biraz şaşırıyor insan. Sokakta dolaşan bayanların bir kısmının başlarının açık ve yüzlerinin makyajlı olduğunun görülmesi şaşırtabilir insanı ama daha ilginç şeyler de var. Bi defa belediye otobüslerinde ve metroda bayanlar arkada erkeklerden ayrı dururken, taksilerde böyle bir şey yok. Takside arkada oturan bir bayanın yanına 2 erkek sıkışabiliyor. Ya da üç erkeğin olduğu taksiye bir bayan binebiliyor. Bu da devlet rejiminin biraz yumuşadığını ve bazı şeylerin görmezden gelindiğinin gösteriyor bana. Bu arada önemli bir not olarak İran'da ezanlar üç vakit okunuyor. Öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazları birleştirilip kılınıyor. Bizde zor durumlarda yapılabilen bu durum, Şii mezhebinde rutin olarak yapılıyor. Bir de ezanlara Aliyyen veliyyullah kısmı eklenmiş. İran'da Cuma namazları bir şehrin tek bir yerinde kılınıyor. Tahran Üniversitesi içindeki camide normalde 15-20 bin kişiyle kılınan Cuma namazı, bazen 1 milyon kişiyle kılınıyor.
İsfahan
İsfahan, Nısf-ı Cihan da deniyor adına, dünyanın yarısı demek. Eskiden (1200'lerde) nüfusu bakımından dünyanın en kalabalık şehriymiş. Ankara'dan yola çıkmadan önce gezmeyi planladığım üç şehirden biriydi burası ve sınırı geçtikten sonra konuştuğum herkes İsfahan'ı görmeden dönme dediler. İnsanların bu aşırı ısrarı burayı görmek için beni bayağı bi heyecanlandırmıştı.Tahran-İsfahan arası otobüsle 5 saatti ve gece gidip, sabah varmaya karar verdim. Hem zamandan hem de konaklama masrafından tasarruf yapacaktım yani. Gece 23:30'da, Tahran'nın merkez otogarlarından Arjantin terminaline gittim ve Seyro Sefer İran firmasında 00:00'da yer olmadığı, 02:00 de(Farsça 'du'(iki) demişti eleman) yer olduğunu öğrendim. Başka firmalara sordum yer yoktu. Tekrar döndüm Seyro Sefere ve 4000 tümene(8 ytl)bileti aldım. Saat 02:00 de otobüsteki yerime geçtim ama yerimde başkası vardı. Şoföre seslendim biletime baktı ve 00:30 daki otobüs bileti olduğunu gösterdi. Tabi bilet Farsça olduğu için hiç incelememiştim. Ben de bileti aldığım elemanın eliyle 2 yi gösterip, 'du' dediğini söyledim. İngilizce bilen bir çocuk yanıma geldi ve onlara durumu anlattı. Bu arada otobüsteki yolcular bizi izliyorlardı ve beni gösterip, birbirlerine 'Harici'(turist) diyorlardı. Aşağı gidip, yazıhanede durum izah edilince tekrar bilet kesildi. Tabi para almadılar. İngiltere'de kaçırdığım otobüs için yeni bilet almak zorunda kaldığımda kapitalizmin acımasız soğukluğunu yaşamıştım ama burada doğunun misafirperverliği ve yabancıya gösterilen sempati ve sıcaklığı görünce bizim de yavaş yavaş batıya daha çok benzemeye başladığımızı düşündüm. Çünkü Türkiye(şehirlileri kastediyorum) de bir zamanlar sıcakkanlı ve misafirperverdi ama artık insanlar popüler kültürün etkisiyle çok çabuk değişiyor, dönüşüyor, değil mi?
Tahran'daki arkadaşımın oda arkadaşı olan Japon, daha önce gittiği İsfahan'da kaldığı Amir Kabir otelini tavsiye etmişti. İsfahan'ın terminalinde bindiğim taksiye oteli söyledim ve az sonra vardık. Geceliği 12000 tümen(24 YTL) olan otel, Ankara Ulus'taki sıradan bir otele benziyordu ve fiyatı da çok pahalı değildi. İran'da kaldığım 7 gecenin 2si arkadaşın yurdunda, 1 gecesi bu otelde ve 4 gecesi de otobüslerde geçti. Yani konaklama için sadece bu otele para verdim. Biraz dinlendikten sonra İsfahan'ı gezmeye başladım. Şehrin ortasından geçen, çok geniş Zayende ırmağı şehre bir ferahlık vermiş. Nehrin her iki kıyısı çok güzel düzenlenmiş. Irmakla birlikte iki tarafında çok güzel parklar uzanıyor. Nehrin üzerinde çok fazla tarihi köprü var. En uzunu ve en ünlüsü 33 kemerden oluşan Siesepol köprüsü. Çok güzel ışıklandırılan bu köprü havanın kararmasıyla birlikte izlenilmeye doyulmayan bir görüntü arz ediyor. Akşamları nehrin kıyıları insanlarla doluyor. Bazıları sofralarını kurup, ailece evden getirdikleri yemekleri yiyorlar. Nehrin kenarında akşam serinliği ve su sesiyle yemek yemenin tadı bir başka olsa gerek. En güzeli de nehrin kıyısında çay içmek. İran'da nereye giderseniz, çay istediğinizde bir tepsi üstünde bir çaydanlık, bardak ve şeker getiriyorlar. Kendi çayını kendin doldurarak içmenin ayrı bir tadı var tabi. Kaşık kullanılmıyor. Şekeri kırtlama şeklinde kullanıyorlar. Siesepol'den başka Pole Hacu da görülmeye değer. Birbirine benzeyen bu köprülerden birkaç tane daha var ve bunlar trafiğe kapalı, sadece insanlar geçiyor. 500 yıllık köprüler olmalarına rağmen çok bakımlı ve yeni gibiler.
İmam Meydanı (nakş-i cihan), dört tarafını çevreleyen kapalı çarşısıyla dünyanın en geniş meydanı. İsfahan'nın sembolü. Dört tarafındaki yapılardan en dikkat çekeni İmam Camii, Şeyh Lütfullah Camii ve Ali Kapu Sarayı. Meydan o kadar geniş ki etrafını gezdiren faytonlar var. Kapalı çarşısında kuyumcular, el sanatları eserleri, çeşitli hediyelik eşyalar satan dükkanlar mevcut. Şeşel Sütun denen, önünde havuzu olan ve bir zamanlar İsfahan'ın önemli gün ve gecelerine ev sahipliği yapan çok güzel bir kasr var. Tahran'da olduğu gibi İsfahan'da da yollar her iki kenarındaki çınarlarla yemyeşil. Hatta bazı caddelerin ortasını da yürüme yoluyla birlikte ağaçlandırmışlar. Öyle ki bazı caddelere güneş girmiyor. Yol ile kaldırım arasında ağaçların kenarından geçen su yolları yapmışlar. Bu sular kanalizasyon suyu değil, dağlardan gelen küçük derecikler. Hemen hemen her yolda olan bu sular ağaçların daha gür olmasını sağlamış. Tabi verdiği serinlik de cabası.
İran'daki Hıristiyanların çoğu Ermeni. Culfa bölgesindeki tarihi Ermeni Vank klisesi ve müzesini gezerken, müzedeki bir bölümde Ermeni Soykırımı(?) işlenmiş. Bir duvarı kaplayan Türkiye haritası üzerinde yer alan eski Ermeni yerleşim bölgeleri işaretlenmiş. İki tane televizyondan da 1915'teki olaylar, öldürülenler, Ermenilere ait olarak gösterilen kafataslarıyla dünyanın her yerinde olduğu gibi İran'da da soykırım propagandası yapılıyor.
Şiraz
İsfahan'a kadar gitmişken güneyindeki Şiraz'a da uğra dediler. Ben de gece otobüsle Şiraz'a doğru hareket ettim. Sabah vardığım otogarda gezilecek yerlere nasıl giderimi düşündüm. Zaman azdı ve gidilecek çok yer vardı. Şehir dışındaki antik Persepolis şehri(Taht-e Cemşid) ve Nakş-i Rüstem ile şehir merkezindeki ünlü alim ve şair Sadi Şirazi ve Hafız'ın türbeleri, Eram Bahçesi( bağ-e eram), Darveze-i Kuran( kuran kapısı), tarihi camileri, çarşıları, kaleler ve birkaç tane müze vardı. Otogarda taksi kiralamaya karar verdim. Ama kazıklanmamam gerekiyordu. Beni çantalarla gören taksiciler etrafıma üşüştüler. Ben de harita üzerinde gitmek istediğim yerleri İngilizce anlatmaya çalıştım. Kimi 30 bin tümen, kimisi 25 bin,20 bin tümen dediler. Ben de kağıda 15 bin tümen yazdım. Kimse kabul etmedi. Bu fiyata sadece Persepolis'e götürürüz dediler. Ben de 15 binde ısrar ettim. Baktım kimse yanaşmıyor. Onlardan uzaklaştım. Hemen arkamdan bir iki tanesi koştu. Bir tanesi kabul etti ve onu takip ettim. Böyle durumlarda saf ama kararlı numarası yapmak lazım. İran'da şairler çok sevilir ve değer verilir. 1000 yıl önce yaşamış olan Sadi Şirazi ve Hafız'ın türbeleri çok güzel düzenlenmiş ve insanlar buralara gelip dua ediyorlar. Ortalama bir İranlı , büyük şairlerin şiirlerinden ezbere birkaç mısra okuyabilir. Bizim yaşlı taksiciyle çat-pat İngilizceyle anlaşıyoruz. Sıkışınca beden dilini kullanıyor ve bir şekilde ne demek istediğimiz anlaşılıyor.
Farsça, çevresindeki birçok dili etkilemiş. Türkiye'nin batısından doğusuna gidildikçe insanlar, kültürler, diller, İran'a daha çok benziyor. Özellikle bizim güneydoğu ve doğu Anadolu bölgesinde konuşulan Kürtçe ve Zazaca Farsça'ya çok benziyor ve aynı kelimeler çok fazla. Türkiye'de Kürtçe ve Zazacayı bilenler Farsçayı daha çabuk öğreniyor haliyle.
Bizim taksici kendi kafasında bir plan çiziyor ve türbelerden sonra Persepolis'e doğru hareket ediyoruz. Şehre 50 km uzaklıktaki bu antik kentte 2500 yıl önce yaşayan insanları düşünüp, dalıyorum biraz. Şehrin giriş kapıları, ayakta kalan sütunlar, duvarlara işlenmiş bazı figürleri görünce acaba diyorum 2500 yıl sonra şuan yaşadığım; örneğin Ankara nasıl olacak? Yaşayan bir şehir olacak mı? Yoksa insanlar gelip, Ankara'nın harabelerinde bir zamanlar buralarda acaba kimler yaşamış diye düşünecekler mi? Daha sonra Trabzon'daki Sümele Manastırı gibi dağların bir yüzüne yapılmış, Persepolis'e 5 km uzaklıktaki üç tane mezar ve çeşitli figürlerden oluşan Nakşi Rüstem harabelerini geziyoruz. Burada dikkati çeken yapılardan biri de Zerdüşt tapınağı. Burayı da bitirdikten sonra tekrar şehre doğru hareket ediyoruz. Bu arada karnımız acıkıyor ve bir lokantada durup şoförümle(pardon! Taksici) kebap yiyoruz. Tabi hesabı ben ödüyorum haliyle. O da ilerde bu bu jestime jestle karşılık verip, dondurma ısmarlıyor bana. Şehirde tarihi camileri, müzeleri, ve Şiraz Üniversitesi'ne bağlı birkaç fakülteyi hızlıca gezdikten sonra tekrar otogara dönüyoruz. Sabah 7 de başladığımız tur öğle 3 gibi bitiyor. Yani 8 saat için taksiciye 1000 tümen de bahşiş olmak üzere 16000 tümen;yani sadece 32 ytl ödüyorum. Çok hesaplı değil mi?
Saat 16:00 otobüsüyle Tahran'a hareket ediyorum. Sabah 5 gibi vardığım Tahran'daki Arjantin terminalinde kahvaltımı yapıp, 2 saat oyalandıktan sonra Tahran Üniversitesinde okuyan arkadaşı arayıp, yurda gidiyorum. Biraz dinlenip, banyo yapıyorum. Traş ve menemenden sonra yurttaki Japon, Kübalı, Tacik ve bizim arkadaşlarla vedalaşıp tekrar otogara gidiyorum. Taksicilerle çok iyi anlaşıyorum artık. Önce pazarlık; ''terminal-e Arjantin çı kadr'' diyorum. O da se hazar (üç bin) tümen deyince ben de 'du hazar' diye ısrar ediyorum. Du hazar punse(2500) de anlaşıyoruz. Yani çok iyi dil bilmeye gerek yok bu durumlarda. Taksici Azeri çıkıyor ve sohbet ediyoruz. İran'da Azadi Anıtı var ama azatlık yor diyor bizimki. Öğle üzeri saat ikiye Tahran- İstanbul otobüsüyle Ankara'ya bilet alıyorum. Sadece 30000 tümen yani 60 ytl. 36 saatlik zor yolculuğum için bayağı uygun bir fiyat. Otobüsteki 36 saatlik yolcuğun anılarını yazmaya kalksam böyle bir yazı daha çıkardı herhalde. Çok keyifli, bol kahkahalı geçen yolculuğun en sıkıcı kesimi 4 saat beklediğimiz Ağrı Doğubeyazıt sınır kapısı oldu. Gerçi güneşin ilk ışıklarıyla Ağrı Dağını izlemek apayrı bir keyifti ya!
Sekiz günlük bu seyahatimde iyi ki gelmişim dedim kendi kendime. Hiç yabancılık çekmedim ve büyük bir sempatiyle karşılandım. İran hem millet hem de devlet olarak dost ve kardeş bir ülke. Batının, Amerikan'ın bakış açısıyla baktığımız bu ülkeye karşı olan önyargılardan kurtuluyorum buraya gelerek. İranlılar Türkiye'yi zengin, özgür ve bir Avrupa ülkesi olarak görüyorlar kanımca. Azerileri geçtim diğer milletler de Türkiye'yi seviyor ve imrenilesi bir ülke olarak görüyorlar. Biz ise yönümüzü batıya çevirip, doğuyu, güneyi ihmal etmişisiz. Aslında eskiden olduğu gibi şimdi de istikameti tek bir yönle sınırlamayıp, tüm dünyayı kucaklayıcı bir tutum sergilemeliyiz. Bu batı ve doğu medeniyetlerinin tam arasında ve her iki medeniyetin özelliklerine sahip bir ülke için daha makul bir metod olsa gerek!