Günler önce, dunyabizim.com sitesinde "Konuşa Konuşa" köşesinde yayınlanan, Ulvi Alacakaptan ile yapılan iki bölümlü bir röportajı görünce, uzunluğuna dahi bakmadan bir solukta okuyabileceğimi hissettim.
Günler sonra, yukarıdaki davranış biçimimin bencilce olduğunun ayırdına varmış ve de hatamı giderme adına, söz konusu röportajı buraya eklemeye karar vermiş bulunuyorum.
Ve buyurun... Keyifli okumalar...
NELER ANLATTI?
Alacakaptan konuşursa tam konuşur
Tiyatroyu camiaya sevdiren adam Ulvi Alacakaptanla gençler, belediyeler, tiyatroya adanmış ömürler hakkında konuştuk.
Hassasiyetleri olan, seyirciye söyleyecek sözü dine ters düşmeyen bir tiyatro için yola düşen isimlerden Ulvi Alacakaptan. Sevdi mi tam seven, kızdı mı hemen söyleyen bir isim. Daha da yakından tanımak istedik, sorular yönelttik. Hepsine açık yüreklilikle cevap verdi, güzel mesajlar iletti. Eskiyi yâd ettiğimiz, güzel bir gelecekten bahsettiğimiz, keyifli bir söyleşi çıktı ortaya.
Tiyatroyu seçtim, çünkü...
Sanatla, tiyatroyla bir ömür geçirdiniz. Bu bir tercih mi, yoksa zaten ruhunda sanat olan kişi bunu yaşamak zorunda mıdır?
İkisi birden galiba. Yani, içinizde böyle bir şey varsa ve gelişme imkânı bulduysa, artık bilinçli olmaktan çok, tutku şeklinde bir tercihtir bu. Tiyatro dışardan çok eğlenceli, keyif işi görünmesine rağmen, aslında çok meşakkatli, çok emek isteyen bir şey. Mesela ben hayatımın hiçbir alanında çok özenli değilimdir. Fakat tiyatro başka. Mutlaka bilinçli bir tercih olması gerekiyor. Tutku şart. Ama sadece tutku varsa da, onunla da hiçbir şey olamazsınız. O emeği de vereceksiniz. Tiyatro bizim için çok başka bir şeydir. Her sahneye çıkana da oyuncu demeyiz.
Peki, zor mu bu iş?
Zor ama ben şuna çok kızıyorum: “Ben tiyatroya yıllarımı verdim” falan diyorlar. Kimsenin kimseye bir şey verdiği yok. Bu bizim tutkumuz. Tiyatrodan karşılık isteyemeyiz. Tiyatro bize zaten kendini vererek işin karşılığını vermiş oluyor. Ben senelerimi verdim, o da bana bir şeyler verdi illaki. Tabi şunu da belirtmeliyim; isterse dünyanın en yeteneksiz oyuncusu olsun, ömründe hiç başarılı diyeceğim bir şey çıkarmamış olsun, ömrünü bu meslekte geçirmiş herkese saygım var. Sadece ömrünü bu meslekte geçirmiş olduğu için zaten hak ediyor bu saygıyı.
Olumlu yönlerimi babaanneme borçluyum
Sanat camiasından ya da hayatınızda yer alması açısından kimleri yıllar geçse de hiç unutamadınız?
Ben hayatta en çok babaannemi sevdim. Çünkü onun yanında büyüdüm. Olumlu neyim varsa ona borçluyum. Kitap okuma zevkim ve tiyatroculuğum da dahil. Beni hep yanında taşırdı. Haftada iki sinemaya, bir tiyatroya gitmezsek yataklara düşerdi. Tabii ki, sahip olduğumuz zaman kıymetini bilemediğimiz bir çok şey gibi, yaşarken kıymetini bilemedim. En çok aradığım insandır. Birisi de, İslam sonrası dönemimde tanıştığım ve çok hürmet ettiğim Ahmet Sarıoğlu’dur. Çoğu kişi onu tanımaz da, damadını tanır.
Kimdir damadı?
Ömer Karaoğlu. Ahmet Hoca ile üç-dört ay görüştüm. Tefsir ve hadis dersleri verdi. Bana bir açı kazandırdı. Belki atadan beri Müslümanlığı yaşayanlar bilmiyorlar ama, ben 35 yaşındaydım ve bu ülkede Müslüman olarak nasıl yaşayacağımı bilmiyordum. Elime ne geçerse okurdum. O sırada Ahmet Hoca’ya rastladım. Şöyle bir esprisi var işin; bana ne öğrettiyse, hepsi başıma bela oldu (gülüyor) Ahmet Hoca birkaç bölüm okumuş, enteresan bir alt yapısı olan biriydi. Araştırmadan hiçbir söz söylemezdi. Kuran’dan başka kitap tanımazdı. Tiyatroculardan da Altan Erbulak’ı saymam lazım. Çok az çalıştık beraber ama dostluğunu unutamam.
Yüreğimizden fetva aldık ve oynadık
Hayatınızda bir dönem var. İslam’ı tanıdığınız bir dönem bu. Bu süre içerisinde tiyatrodan koptunuz mu?
Bir dönem koptum. Aslında bir dönüşüm yaşayan insanların kendilerini biraz mesleklerinden uzak tutmalarında bence yarar var. Bunun dışında, bütün gün dini öğrenme çabasında olup da, akşam sahneye çıkmayı, orada olur olmaz şeyleri oynamayı istemiyordum. Gerçi daha önce de, kendi anlayışım doğrultusunda dikkat ediyordum oyunlara. Ama o dönemden sonra, kendime pek yakıştıramadım. Bir seneye yakın bir dönemdir bu. Sonra Milli Gazete’den benimle röportaj yapmaya geldiler. O röportaj tam sayfa bir röportajdı. İnanır mısınız, ben Müslümanlar arasına geleli 27 yıl oldu, bir daha o kadar uzun bir röportaj yapılmadı benimle. (gülüyor) Ben dinî kaygılar yüzünden tiyatroyu bıraktığımı söyledim. “Peki, yeniden tiyatro yapmayı düşünmüyor musunuz” dediler. “Bu konuda çok çekincelerim var, ama varsa ilgilenen arkadaşlar, gelsinler, oturup konuşalım” dedim.
İlk olarak Kudret diye bir arkadaş geldi. Bana, İbrahim diye bir arkadaşının olduğunu, skeçler falan oynadığını ve yeni bir oyunu olduğunu söyledi. Bu İbrahim, sizin İbrahim Sadri diye bildiğiniz kişi işte. Bir de bana, danışmaları icab eden bir hocaları olduğunu söyledi. Bu hoca da Ahmet Hoca işte. Bu niyetle Bayrampaşa Muradiye Camii’ne gittik. Hocanın karşısında diz çöktük. Ne yapmamız lazım, diye sorduk. Dedi ki, “Öncelikle Allah razı olsun. Ben tiyatroyu çok severim. Ama hiç bu açıdan bakmamıştım. Ben size hemen cevap veremem. Bunu araştırmam lazım” dedi. Ve cevap vermedi de. Ömrü vefa etmedi. Ama ben, onun hadis derslerinden aldım cevabı.
Böylece tekrar başlamış olduk. İlk oyun bir sene sonu gösterisiydi. Zaten bir oyun oynadık. Hiç unutmuyorum, Mayıs ayları falandı. Oyunda müzik olsun diye de bir saz vardı. Oynadığımız yurdun müdürü bizi kovdu. Saz olduğu için, uygun görmemiş. Ama biz yılmadık. Çalıştık. Üç oyun daha oynadık. O üç oyun beş oldu, on oldu, gittikçe daha çok talep gördü. Turnelere çıktık. Oyun, “İnsanlar ve Soytarılar”dı.
Güzel isimlerle beraber, çok güzel oyunlar çıkardınız. Sizde ayrı bir yeri olan oyun hangisidir?
Bütün ömrüm boyunca, tüm tiyatro kariyerimde en beğendiğim oyun“Başkasının Ölümü”dür. Başkasının Ölümü’nü dört ayrı dönemde sahneye koydum. En son 2006’da sahnelendi. Şimdi artık oynayamıyoruz. Nedense bizi pek oynatmak istemiyorlar.
Bant tiyatroları dünyada bir ilktir
90’larda kasetler, bant tiyatroları meşhurdu. Siz de kaset yayını yaptınız.
Bu, dünyada ilk defa oldu. Yani, radyo yayınları olmuş olabilir. Ama içinde özgün besteler olan bir kaset ve bant tiyatroları dünyada ilk defa yapılmıştır sanırım. Şöyle oluştu bu: Kenan Yabanigül vardır. Çok tartıştığım ve çok da sevdiğim bir insandır. Namaz kıldık bir gün, sene 86-87 gibi... Aynı sokakta yürürken “Abi benim bir bant tiyatrosu projem var ama galiba olmayacak” dedi. “Neden bana söylemiyorsun” dedim. “Yapabilir misin” diye şaşırdı. Benim geçmişim tamamen tiyatro üzerine hâlbuki. Neyse, oturduk, Mute Destanı diye bir oyunu aldık, İbrahim Sadri onu tekrar yazdı. O sıralar İnsanlar ve Soytarılar oynuyordu. Bir tane o oyunun bestelerinden koyduk, iki tane de onun için beste yapıldı. Ve kaset öyle çıktı.
İlk olarak biz sattık kaseti turnelerde. O zamanlar böyle dağıtım işleri falan profesyonel anlamda yoktu. Her kasetin satılması için 10 dakika falan konuşuyorduk. Hatta oyun çıkışlarında kaset imzaladık, satılması için. “Adama bak, yeni geldi daha, bir de imza günü yapıyor” dediler hatta. Bir şey daha ekleyeyim, bilinmesinde yarar var: Bir saz vardı içerisinde. Kenan Yabanigül, “Abi bu parçayı çıkaracağız” dedi bir gün. “Neden” dedim. “Sorduk, soruşturduk, mutmain olmadık mı?” “Olduk ama abi…” dedi, “Ben ticari bir işte bunu savunamıyorum” Ve biz tekrardan stüdyoya girdik. Saz çıkartıldı. Sadece defle çalındı.
Onu takip eden Diyanet fuarı vardı. O zamanlar “Dinî Yayınlar Fuarı” idi adı. Bir dönemden sonra “Kitap ve Kültür Fuarı” oldu adı. O da ayrı konu, neyse… (gülüyor) Ben aldım o kasetlerden. Bir sazlı olanlar var, bir de sazsız olanı… Artık bağırıyorum “Haydii!! Mute Destanı var!! Sazlı var-sazsız var!! Haydii!!” diye. (gülüyor) Ve şimdi, sazlı olanlardan çok az var. Maalesef öyle kaldı. Sonradan zihniyet değişti tabi.
Yine ilk müzikli kaseti de biz yaptık. Bir marş kaseti idi. Fatih Camiinde cumadan çıktık, böyle parkalı bir genç, önümü kesti. “Böyle müzikler falan, nasıl kaset çıkarıyorsunuz siz!!” diye bağırdı bana. “E ne yapacaktık?” dedim. “İslamî bir enstrüman kullansaydınız” dedi. “Bak kardeşim” dedim. Senin İslamî enstrüman dediğin ne? Def falan mı?” “E, onun gibi vurmalı… Sazlı olmasın” dedi. “O zaman bil. Biz buradaki altyapıları bilgisayarla hazırlıyoruz. Yani, çiplerden oluşan bir şey. Sen şimdi bana söyle, bu çip telli mi, vurmalı mı, yoksa nefesli mi?” Ben kendi hesabıma söyleyeyim. Hiçbir zaman, öyle sanatsal olarak bu hoştur, nefsimize de böylesi iyi geldi, yapmamız gerekiyordu, demedim. Her zaman sorduk, soruşturduk, bazen aldık cevabını. Cevap bulamadığımızda da gönlümüzden aldık fetvayı, öyle yaptık. Ama hiçbir zaman özensiz bir şey yapmadık.
İbrahim Sadri muhakkak tiyatro yapmalı
Tiyatroyu hiç bırakmasaydı keşke, dediğiniz isimler var mı?
Bir tane söyleyebilirim. Uğur Yücel. Çok iyi bir oyuncuydu. Bırakmak neyse, nefret ediyor tiyatrodan. İbrahim Sadri de söylenebilir.
İbrahim Sadri tek kişilik gösterilerine devam ediyor şimdilerde.
Gittim seyrettim, çok iyi. “Ah Güzel İstanbul” diye bir gösterisi var. Ama tabi ben kendim de yaptığım zaman, diyalog-en az iki kişi bekliyorum. İbrahim zaten eskiden beri çok iyi bir oyuncudur. Oyunculuğundan daha iyi bir yanı da yazarlığıdır. Şiir yazarlığını kastetmiyorum. Tiyatro yazarlığını diyorum. Çok oyununu oynadım. İbrahim’i tebrik de ettim. Çok severim onu. Ama bildiğimiz anlamda tiyatro da yapmalı.
Tiyatroya dönmek istiyorum, da demişti.
Evet, seninle röportajında da demişti. Dönüşü bu son gösterisiyle olabilir. Bu bir başlangıç sayılabilir. Ama sadece tiyatro ile hayatı sürdürmek zor, çok zor. Ona da hak vermek lazım. Tiyatrodan her zaman para kazanılmıyor. Kendi adıma söyleyeyim, şimdiki kazandığımın dörtte birini tiyatrodan kazanayım, başka hiçbir iş yapmam. Çünkü tiyatroda ben belirliyorum. Her lafın hesabını ben veririm. Onu ben belirli bir amaç için ve belirli insanlara hitap etmek için yapıyorum. Diğer işler, televizyon mesela, kim izliyor bilemiyorsun. Yazıyı yönlendirmen söz konusu değil.
Resmiyetten hiç hazzetmem
Farklı bir soru sormak istiyorum. Sizin bir belediyeyi sevmeniz için, hangi şartlara sahip olması gerekiyor?
Valla belediye olmaması gerekiyor sanırım. Bakın, hiçbir parti ve anlayış farkı göz etmeden söylüyorum, şunu anlamaları lazım; bizim verdiğimiz vergilerle, bize iş yapıyorsunuz. Bu tiyatro salonları, bu parklar sizin değil. Siz bize bir şey lütfetmiyorsunuz. Ama maalesef zaman zaman pankartlar görürsünüz: “Yolumuzu yapan bilmem hangi belediye başkanına teşekkür ediyoruz” diye. Hayır. Bu doğru değil. Ama şu var, yapsın adam, seviyoruz onu ya da ilgilenmiyoruz, ama ilgilenmiyoruz sonra. Çok küçük bir örnek, bir belediyede 23 Nisan şenlikleri yapılıyordu geçen. Şöyle bir baktım, çocuklar arasında kolbastı yarışması yapmışlar. Birinci gelene diyor ki sunucu: “Bak şimdi kolbastı yaptın, gelecek sene senden apaçi dansı bekliyoruz”. Ya senelerce unutturulmuş kültürü anımsatmadır bu.
Ben solcuyken de aynı şekilde hareket ediyordum. Güzel, doğru diye bildiğimiz şeyler başkaydı. Ama aynı sorumluluk ve niyetle hareket ediyordum ben. Güzel şeyler söylemek önemli. Bizim ülkemizde önemsenmiyor maalesef. Benim hayatım bir şeyler için uğraşmakla geçiyor, sonra birinin bir hareketi, bir sözü batırıyor işi. Sisifos efsanesi gibi. Bilmeyenler için anlatayım, Yunan mitolojisinde geçer. Sisifos bir kayayı uzun zamanda dağın tepesine taşır. Daha nefeslenmeden, kaya tekrar aşağı doğru yuvarlanır. Bu sonsuza kadar böyle devam eder. Bizimkisi de böyle. Burada da seyirci ile benim aramda bir ulaştıran olması gereken şey, bana engel oluyorsa, belediye nasıl olmalı diyorsunuz, olmamalı.
Pratik bir şeyi daha söyleyeyim, belediyeler akla çok güzel gelen bir şey yapmaya başladılar. İnsanlara bedava tiyatro seyrettirmeye başladılar. Tiyatronun köküne kibrit suyu ekmektir bu. Çünkü artık kimse tiyatroya para vermek istemez. Kaliteli seyirci uzaklaşır tiyatrodan. Ama mesela bazı belediyeler güzel bir şey yaptı, bilet üç lira mesela. Bir liraya çocuk oyunu mesela. Bir lira versinler, evet. Şehir tiyatrosu mesela, 5-6 liraya gidiyorsunuz değil mi? Bir koltuk 60 liraya mal oluyor. Her oyun. Ne oluyor? 54 lirası tiyatroya gitmeyenlerin cebinden çıkıyor. E bu haksızlık. Ondan sonra da şey deniyor “Bak şehir tiyatrolarının o kadar büyük dekorları var, imkanları var, ama sizden daha ucuz.” E sen ona daha çok para yatırıyorsun. Yani aslında, ben resmî olan her şeyden nefret ederim. İnternet sayfası açtım kendime. Adı “Ulvi Alacakaptan Resmî Sitesi” değil. “Ulvi Alacakaptan Kendi Sitesi” Ben bu resmiyetle katiyen barışamadım hayatım boyunca.
Sümeyye Karaarslan - Konuşa Konuşa - 5 Mayıs 2011
İSLAMİ TİYATRO YOKTUR
Yakında kendi hikayemi yazacağım
Ulvi Alacakaptan ile sohbetimize kaldığımız yerden kitapları, projelerini, yerel tiyatroyu konuşarak devam ediyoruz.
Disiplinli okumak lazım, ama ben yapamıyorum
Kitaplarla aranız nasıl? Çok okuyor musunuz?
Yaşlılıktan hiçbir şikayetim yok. Böyle olacağını bilseydim, hep bu yaşlarda olmak isterdim, samimi söylüyorum. Belki biraz da her yaşı en güzel şekilde yaşamaya çalıştığım içindir. Fakat, gözlerim bozuldu işte. Malum, 40’tan sonra bozuluyor. Ve yakını zor görüyorum. Kitap okuma hızım da azaldı bu yüzden, çok üzgünüm. Ama yine de okuyorum. Kötü bir özelliğim var, son okuduğum kitabın çok etkisinde kalıyorum. Bir de, Türk halkının çoğu gibi biraz disiplinsiz okuyan bir adamım. Bir teori kitabı, bir deneme… Doğrusu böyle değil tabi. Örneğin faiz konusunu düşündünüz. Onun hakkında birçok kitabı sırasıyla okumak. Disiplinli bir okuma şekli geliştirmek yani.
Ama gençler genelde okumuyor değil mi?
Daha kötüsü var; kitaptan nefret ediyorlar. Ben bir ara, o geçiş döneminde kırtasiyecilikle uğraştım. Hocaları ödev veriyordu öğrencilere, kitabı okuyup özetini çıkaracaklar diyelim. Onu almıyorlar, özetinin bile fotokopisini çekiyorlardı. Ama sadece okumada değil, faaliyette de geriyiz. Okullarda faaliyetle uğraşan çocuklar yetersiz. Olsa bile, özellikle son sınıfta, veliler göndermiyor. Okul, “gelme de kursa git, sınava çalış” diye öğrenciyi uzaklaştırabiliyor kendisinden. Ama belli başlı okullara bakın, kalitesi ile bilinen okullara, onlar her sene iki-üç oyun çıkartıyorlar. Niye? Çocuğun gelişimine ne kadar katkısı olduğunu biliyorlar çünkü. Bizde YGS’ler, ÖSS’ler, bilmemneler.. Perişan bir hayatı var çocukların.
Sınavların içinde, çocuk bunalıyor. Eğitimden de tat almıyor bir zaman sonra...
“Millî Eğitim Bakanlığı” değil, “Millî Öğretim Bakanlığı” var. Eğitim atölye çalışmalarını, usta-çırak ilişkilerini içerir. Öğretim, sınıflarda yapılandır. Okul müdürleri ile konuşuyorum, onlar da rahatsız. Bakın, Türk insanının ideolojisi, üniversitede edindikleridir. O da üniversite bitince biter. Üniversite sıralarında herneyci ise çocuk, üniversite bittikten bir yıl sonra biter o duruş. Elindeki kitapları bile okuyamaz artık. Bunu sorgulamıyoruz. Hadi diğer insanları bırakalım, bizim Müslümanlar ne yapıyorlar? Bir hayat tasavvurumuz var mı mesela? Nasıl bir hayat istiyoruz? Var mı bir alternatifimiz? Yılbaşına alternatif olarak Mekke’nin Fethi’ni kutlamak bir alternatif değildir. Özgün bir şey, bir tasavvur yok. Müzikte mesela... İlk kaset çıkalı seneler oldu, çok az bir ilerleyiş var. Kardeşim, sen, eğer ki başka bir kültürle mücadele edeceksen, en az onun kadar donanımlı olman lazım. Hele bazı konularda beş katı donanımlı olman lazım. Allah’a dua ediyorum, beni sinemacı yapmamış. Çok zor. Tehlikeli birçok konu var, hiçbirini kullanamazsın. Yeni baştan bir şeyler oluşturacaksın.
İyi Müslüman olmam için, iyi bir tiyatrocu olmam gerekiyor
Tiyatroda da aynı sınırlamaları yaşadınız ama, değil mi?
Ben, hiç kadın oyuncu oynatmadım. Aslında kabul ediyorum, kadın olmadan bir şey tam anlatılabilir mi? Olmaz. Ama ben kullanmadım. Dedim ki, getirin bana fetvasını... Hasan (Nail Canat) abi mesela, son zamanlarda kullandı kadın oyuncu. Asla kınama gibi değildir. Hasan abinin bildikleri çoktur. Ama ben yapamadım. Bugüne kadar hâlâ aşamadım o konuyu. Şimdilerde bazen çocukların oyunlarında falan kullanıyorum ama tam olarak benim oluşturduğum bir şey değil o. E, benim oyunumda böyle oluversin. Zoruma gidecek değil ya? Bakın, çünkü ben onlarla yarışmıyorum. Ben kendimle yarışıyorum. Mesela bir ara bazı oyunlar geçti, çok niyetlendik oynamaya. Ama okuyorum okuyorum, kafama yatmayan bazı şeyler var. Bir hocamız vardı, Ashab-ı Kehf hakkındaki bir oyunu gösterdim. “Bazı İsrailiyatlar karışmış içine” dedi. Oynamadım, attık o oyunu. Çünkü ben iyi bir tiyatro yapmak istemiyorum, iyi bir Müslüman olmak istiyorum. İyi bir Müslüman olmamın yolu da tiyatro yapmaktan geçiyor. Çünkü benim marifetim bu.
“İslamî” sıfatını ticarette ve tiyatroda kullanmam
Yaptığınız tiyatroya “Dinî kaygılı tiyatro” mu diyorsunuz? Nasıl bir isim verdiniz?
Çok basit. İsmet Özel’in sözü var bu konu hakkında. “İslamî tiyatro olmaz, Müslümanların yaptığı tiyatro olur” dedi. O kadar. Çünkü İslamî dediğin zaman, kendini bir gruba kapatırsın, bu bir. Beğenmese bile, “İslamî abi” derler. İkincisi, kendinize zulmediyorsunuz. Öyle ki, yaptığınız her şey İslamî olamaz, herkes hata yapar. Ama sizin hatanızdan çok zarar görülür. Göz önündesiniz. Üçüncüsü de, ben böyle ticaret yapmam. Ben Müslüman adımı kullanarak ticaret yapamam.
Yaptığınız tiyatroyu temellendirsek, bir kuramı olsa. Bir okulu olsa mesela... Neden böyle bir şey yok?
İstemiyorlar. Ben, 94 senesinde Gösteri Sanatları Merkezi’ni kurdum. Bir amacı da bu toprakların rengini, kokusunu taşıyan, geleneksel Türk tiyatromuza yansıyan, çağdaş anlatım biçimlerini de kullanan, yerli bir tiyatro kurmaktı. Yerli, Müslümana uygun demekti. Bunu benim yapabileceğimi anladıkları anda destek olmadılar.
Pat diye söylüyorum ki, uyansın artık insanlar
Gündelik sohbetlerinizde dikkatimi çeken bir şey var. Söyleyeceklerinizi çok sert ve pat diye söylüyorsunuz. Tepki almaktan çekinmiyor musunuz hiç?
Tepki almaktan çekinmem. Beni alt eden zeki bir şeye çok keyiflenirim. Ama dediğim gibi, zekice olsun, edeplice olsun. Edepten kastım, küfür olmasın demek değil sadece. Ben pat diye söyleyip, bir uyanış gözlemlemek istiyorum.
Bu durumda, sizi ya çok seven ya da hiç sevmeyen diye iki grup mu oluyor? Arası pek olmuyor herhalde...
Hiç sorun değil. Mesela ben hayran kelimesinden nefret ederim. Hayranlık, içi boş bir şey. Sevilmek tabi ki güzel. Ama beni anlasın, öyle sevsin isterim. Tabi düşündüklerimi söylerim. Hani meşhur sözdür, aynen öyle: söylenen laftan korkmam, söylenmeyenden korkarım. Biraz da herkesin her şeyi söyleme, herkesin her şeyi yapma hakkı olduğuna inanmıyorum. Ehliyet diye bir şey var kardeşim. Seyirci eleştirmez mesela. Beğenir ya da beğenmez. Mesela sen, okumuşsun bu alanı, o oyunun dramaturjisi hakkında, nasıl daha iyi olacağını söyleyebilirsin. Bu bir eleştiri olur. Ama “yok abi beğenemedim, ne o öyle” derse bilmeyen biri, o olmaz. Eleştiriye benim elbette ihtiyacım var. Seyirci olmadan olmaz zaten. Ama herkes yerini bilecek. Ben sana saygı duyacağım, sen de bana duyacaksın.
Bu konuyla alakalı iki yazım var. Birincisi, “Seyirciye kulak verin, kulak asmayın”; ikincisi, “Seyirciye kulak verin ama kulağınızı kestirmeyin”. Çok da onun dediğine girerseniz, seyirci yönlendirir, profesyonel olamaz. Çok da seyirciyi görmemezlikten gelirseniz, “ben sanat yapıyorum, anlamasınlar, banane” derseniz, o da olmaz. Dengeyi bulmak lazım.
Şu an için ideal tiyatro projeniz nedir?
Olur ya da olmaz, bilmiyorum. Piyango falan da oynamadığım için, ödenek olur-olmaz bir şey diyemem. Ama, yazın çalışıp, üç ayrı oyun çıkarmak istiyorum. Aynı gün, biri Edirne’den başlayacak, biri Kars’tan. Her şehre gidecek o oyunlar. Bunu çok istiyorum. Zamanında biz, imkansızlıklar içinde neler yaptık. Şimdi neden olmasın?
Gençler tiyatro yapmak için gelsin, kapım açık
Tiyatroda yeni bir şeyler yapmak için uğraşan gençler var yine de.
Bizim çevrede çok göremiyorum.
Peki, bunun olması için uğraşlarınız var, değil mi? Usta-çırak ilişkisi ile yetiştirdikleriniz mesela... Bir şeyler yapmak isteyenler size ulaşsınlar mı mesela?
Ulaşsınlar tabi. Ben her zaman gençlere destek verdim. Mekânlarımız ve imkânlarımız da var. Ama, belirli bir görüşün içinde kalan, her grubun düşüncesine açık olmayanlar gelmesinler bana.
Tasavvufa girmeyi hiç düşündünüz mü?
Nasıl sahabeler çeşit çeşitse, insanlar da öyle. Tasavvuf benim meşrebime uygun değil. İkincisi, benim duygu tarafım biraz nasırlaşmış galiba. Ben İslam’ın bana göre yeterince derunî olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir derinliğe girmek istemedim. Bir takım kıssaları çok seviyorum. Zaten sanatçı olarak takip etmemem düşünülemez.
Altıncı kitap için uğraşıyorum
Sizi Cafcaf’ta gördük en son. Onun dışında yazmıyorsunuz şu an bir yerde değil mi?
Şu an başka bir yerde yazmıyorum, evet. Esas kitabımı yazmak istiyorum şimdilerde. Hayat hikâyemi yazmak niyetindeyim.
Sizin kitaplarınız apayrı bir yere sahip bende. Onlarla mizahı ve hayatı tanıdık. “Ağzınıza laik” ismiyle bile çok düşündürür insanı.
Kitaplar benim için bir yan ürün olarak ortaya çıktı. Yazılarımı bir araya getirmek istediler. İlk olarak gazetedeki yazılarım toparlandı. Ben hissettiklerimi dökmek, benden çıkmalarını sağlamak ve belge olarak kalmalarını kolaylaştırmak istiyorum. Toplam beş tane kitabım var. Şimdi de son kitabım için uğraşıyorum. Her şeyi yazsam, beni kim koruyacak, bilmiyorum (gülüyor) Ben o kadar cesur değilim, çünkü şunu gördüm. Siz bir hakikati söylüyorsunuz. Yanınızda olan dostunuz sizi yalanlıyor. Dolayısıyla, kitabın başına “hayal ürünüdür” yazmak istiyorum artık.
Son olarak neler söylemek istersiniz genç okurlarımıza?
Gençleri çok seviyorum ben. Hep gençlerle çalıştım, şu an da öyle. Şu an Bağcılar Belediyesi Tiyatro Okulu’nda 8 ila 56 yaş arası öğrencilerim var. Fakat şu da var, gençlik geçicidir. Bugün dudak büktükleri, yetersiz buldukları insanları veya uğraşları yirmi sene sonrasını düşünerek eleştirsinler. Tabi ki gençler söylemeli, konuşmalı. Ama bir pay da bırakmalılar.
Brecht’in bir şiiri ile bitireyim. “Bizden sonra geleceklere” diye bir şiirdir.
“Geçtik savaşların içinden
Ayaklarımızda, ayakkabılarımızdan çok ülke eskiterek
Biz ki, kardeşliği yaymak istedik yeryüzünde
Kardeş olamadık
Birbirimizle”
Sümeyye Karaarslan - Konuşa Konuşa - 6 Mayıs 2011