Öyle çok pazarlık ettim ki Seninle ey Rabb’im. Sen çağırınca, kendime ayırdığım vakitlerden çalındığını düşündüm. Ezan okununca, sevdiklerimle geçirdiğim zamanların azalmasından korktum. Vakit girince, içim “cız” etti hep. Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, “az sonra kılsam da olur!” dedim. “Az sonra”larım “çok sonralar”a döndü, geç kaldım, geç kalmaktan utanmadım. Sonunda ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna. Pazarlığımı vaktin daralmışlığını bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçıyordu namaz ya; o yüzden çabucak kıldım, selam verdim, hemen kalktım, rahatladım. Oysa rahatlığı Sana borçluyum. Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarımın her bir noktasında pıhtılaşmayan kanım kadar sükûnet borçluyum Sana. Tenimin kaşınmayan her bir noktası kadar rahatlık borçluyum Sana. Dişlerim ağrıyacak olsa her biri için harcayacağım zaman Senin. Kanım pıhtılaşıp damarlarım tıkanacak olsa, her defasında ızdırap ve korkuyla geçireceğim saatlerin hepsi Senin. Tenim her noktasında yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar geleceğim huzursuz günler Senin.
Gün oldu; usandım. Sabrımı tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya heveslendim. Benden istediğin zamanı çok gördüm. Benden istediğini, benim için istediğini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazın rekatlarını; kısaltmak için bahaneler aradım. Günümü delik deşik etmeni, işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. “Beni bana bırak!”larla durdum huzuruna; içim başka bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mıhlı kaldım. Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamanı bana! Bir uçurumun dibine savrulmuş bir arabada çaresizce Sana yalvartıyor olabilirdin beni. Korkulu bir savaşın orta yerinde ateş ve kan kusan bombaların altında günümü de, işimi de, uykumu da, hatta rüyalarımı da delik deşik etmelerini takdir edebilirdin. Düşmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genişlik borçluyum Sana.
İçten pazarlıktı benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim. Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi sıfırlamayı, benliğimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin sıcacık nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardı; alnımı koyduğum gibi kaldırdım seccadeden. Bütün benliğimle aşağı inemedim. İşim vardı, secdemi işime zaman kazandım. Secdeye kalbimi de sığdırmaya çalışmadım. Uykum vardı, secdemi sığ bırakıp uykumu derinleştirdim.
İtirafımdır: Bencilliğimi de sırtıma alıp rükûlarda eritemedim. Bedenim eğilirken huzurunda, “emrolunduğum gibi dosdoğru olma”nın ağırlığını sırtıma almayı erteledim. “Sırası değil!”di; “hele dur; sonra da olur!”du. En Sevgili’ni bir gecede ihtiyarlatan emri üzerime alınmadım.
Sen dileseydin, çocuğumun cılız nabızlarının eşliğinde, loş ve neşesiz bir yoğun bakım odasında, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce, ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranına kilitleyebilirdin. Dileseydin, yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kıpırtısının gölgesinde, mini mini bir sarsıntının beklentisi içinde saçlarıma aklar düşürebilirdin.
İçten pazarlık mı denir buna? Sen bilirsin Seninle ettiğim pazarlığı. Kendime sakladığım ve hatta kendimden de sakladığım sır bu. Dilime bile değdirmekten korktuğum, ağzıma almaktan utandığım öyle bir sır işte. Fısıldaması bile acı veriyor ya… Meselâ, uzayınca Fatiha, uzayınca sûre, heceler sanki özgürlüğe giden yolu taşlar gibi kestikçe, “bitmez şimdi bu namaz!” dediğim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadı.
Bir Sen duydun beni ey Rabb’im. Sırrımı bir Sen bildin. Kendimi lüzumsuz hissederken seccadenin üzerinde, dudağım anlamına yetişemediğim kelimeler için oynarken, Sen beni söylediğimden fazlasıyla duydun, söyleyemediğimi de, dile getiremediğimi de bildin. Ruhumu alıp uzaklara gittiğim halde, bir bedenimi bıraktığım halde huzurunda, kovmadın beni, yakınlığında tuttun.
İtirafımdır; öyle anlatıldığı gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazı… “Aradan çıkarmaya çalıştığım” oldu namazı. Geçiştirdim namazı. Bir “sorun”du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yaşamaya başladım… Yaşamayı namazın içinde aramalıydım. Namazı yaşamanın içine sızdırmalıydım oysa. Bilemedim.
Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlık ettim; ama Sen utandırmadın, yine yine yine huzuruna aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın alnımı. Her rükûda “aferinler” fısıldadın gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanın aklığına çağırdın ruhumu. Yüzüme vurmadın. Azarlamadın. Aşağılamadın. Hepten umut kesmedin benden. Yok saymadın. Utandırmadın.
Pazarlık ettiğimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb’im. Kimselere söylemedin. Sırdaşım Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayıplamandan korkmam. Ben işte böyleyim; yine “bana ait”lerin hesabındayım. Başka kime söyleyeyim? Başka kimin anlayışından medet umayım?
Dinlemek için:
Bu mesaj, m1gin tarafından, 28.06.2009 10:51:09 itibariyle düzenlenmiştir.
|
nasıl bi kabiliyet vermiş Rabbim senai abiye her dinlememde tüylerim diken diken oluyor..
sesi ayrı yzdıkları ayrı maşallah demekten alamıyor insan kendini
nasipsizlerden olmayalım inşallah çünkü mevla herşeyde o kadar güzel anlattırıyor ki kendini
senai abinin eserlerini elime almaktan korkuyorum bazen dikkat etmediğim yerleri öyle güzel gözüme çarptırıyor kii çokluğundan saymaya korkuyorum...
ayrıca bu yazısıda hem dinletici hem okuyucu iyi olmuş
emek verenlere saygılar
|
CİTİZEN YİNE HER ZAMANKİ GİBİ SÜPER Bİ PAYLAŞIM.ALLAH RAZI OLSUN...Bİ İSTEĞİM VAR... SENAİ DEMİRCİNİN UNUTTUK ŞİİRİNİDE RİCA ETSEM MÜMKÜN OLURSA VE DE ZAHMET OLMAZSA PAYLAŞIRMISIN..ŞİMDİDEN TEŞEKKÜRLER...
|
Unuttuk...
Ne çabuk unuttuk, ne çok unuttuk...
Dünya kalınası değildi,
yeryüzünde karar kılamazdık ki.
Geldik ve nihayet dönecek değil miydik?
Şimdi hatırladığımız bu..
Ve hiç unutmayacağımız...
Ne çok unuttuk, ne çabuk unuttuk
Bizden önce gelenleri ve bizden önce gidenleri
Güzel atlara binip giden güzel insanları
Sırf ölümünü güzel eylemek için yaşayanları
Ölümünü 'düğün gecesi' gören güzel bakışlıları
Ne çok uyuduk göklerden habersiz.
Ne çok unuttuk semaya yüz dönmeyi
Ayağımızı yere sabit belledik
Elimizdekileri sahiplendik
Değil elimizdekilerin,
Elimizin bile elimizde olmadığını hatırlamak zamanı şimdi.
Çok hatırlamak ve çabuk hatırlamak zamanı.
Unuttuk;
dünya bir gölgelikti oysa
Yolcu olduğumuzu unuttuk,
yolumuzun buradan geçtiğini sadece
Sadece uğradığımızı şu dünyaya
Yükümüzü yeğni tutmayı bilemedik.
Biriktirdik, çoğalttık, artırdık ve saydık
Geriye ne kaldı?
Şimdi hatırladık
Sermayemiz yokluktu, servetimiz acizlikti
Şimdi hesapladık.
Unuttuk,
Yüzümüzde Rahmanın nakşı vardı
Gözümüzde Cemalin bakışı vardı
Gönlümüzde Bekanın aşkı vardı
Şimdi, yüzümüz yerde kaldı
Gözümüz yaşta kaldı
Gönlümüz darda kaldı
Hatırladık ve anladık ki,
Bu dünyanın ötesi vardı
Gelin, burada kalmayalım.
Yüzümüzü Rahmanın vechine döndürelim,
Gözümüzü Gufranın tecellisine çevirelim,
Gönlümüze 'neylerse güzel eyleyen'
Mevlamızın tesellisini devşirelim.
Hatırlayalım, hatırlayalım ki,
'Hatırlamaya değer bir şey bile değil'ken
Yüze geldik, varlığa vardık, dile geldik, ışığa vardık
Kimsenin bizi bilmediği, kendimizi de bilmediğimiz
Derin bir unutuştan alındık
Hatırlandık, hatırı sayılır olduk.
Fakat ne çok unuttuk ve ne çabuk unuttuk
Unutuşun çocuğu olduğumuzu
Varlığın uçarı kuşu olduğumuzu
Kanatlarımız olduğunu,
yerde kalanlardan ve arza bağlananlardan uzakta
Kaderimiz olduğunu
Gelip gitmenin, konup göçmenin,
Ondan gelip Ona gitmenin
Ne güzel olduğunu
Hatırlayalım hatırlayalım ki
Unutuştan alınmış
ve çokça unutmuştuk
Unutmayalım ki
Hep hatırlandık, hep hatıra kaldık
İşte o zaman enkaz altından çıkarabiliriz ruhumuzu
Ve o zaman yüreğimizdeki yangın yeri
İbrahimvari bir gülşene döner
Ve biliriz ki,
Mazlumlar mahzun olmazlar
Masumlara hüzün erişmez asla
Ve korku yoktur şehidlere...
Senai DEMİRCİ
|
Dinlemek için:
Bu mesaj, m1gin tarafından, 29.06.2009 05:35:13 itibariyle düzenlenmiştir.
|
RmzTeselli diğer paylaşımlarımda beğeniliyorsa ne mutlu bana.
Senai Demirci'nin yalnız yazısını ben ekledim.Okuma kısmı sağolsun mbirgin'in düzenlemesidir.
"Unuttuk" şiirini de ekledim.
Tekrar sağolsun mbirgin hemen ses düzenlemesini de yaptı.
Umarım beğenirsin.
Bu mesaj, citizen tarafından, 29.06.2009 02:50:43 itibariyle düzenlenmiştir. Bu mesaj, citizen tarafından, 29.06.2009 04:01:44 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Sağolasın citizen. Senai Demirci' yi dinlemek yazılarını okumak ayrı bir manevi lezzet .İnsan her birinden kendine pay çıkartıyor.
|
|
Yıllar öncesi. Öğrenciyim. Hava bunaltıyor. Yorgunum. Az sonra bineceğim otobüste de oturamayacağım kesin. Bari beklerken dinlenebilirdim. Duraktaki banka oturmaya niyetlendim. Ama garip ki, benden önce oturanlar oturak yerine ayaklarını koymuşlar, bankın arkalığını da oturmak için kullanmışlardı. Gençler öyle otururdu o zamanlar. (Herkes gibi otururlarsa, yaşlı sanılmaktan mı korkarlardı?) "Böyle gelmiş, böyle gider"di. Ben de onlar gibi oturmak zorunda kaldım. Ayaklarımı oturak yerine koydum, bankın arkalığının daracık ucuna yerleştim. Çok geçmedi ki banka benim gibi oturamayacak yaşlı teyze, benden önce banka benim gibi oturan gençlerin hepsinin hesabını bana sordu. İyice bir fırça yedim. Ben o azarı hak etmemiştim ama o haklıydı. Sustum.
Meğer ben o koltuğa oturmadan yıllar önce, ABD'de bir araştırmacı, o teyzeye karşı yaşadığım acı mahcubiyetin hesabını yapmışmış. Şimdi haberim oldu. "Kırık Cam Teorisi" hesabıymış bu.
Anlatıldığı kadarıyla: "Kırık Cam Teorisi" ABD'li suç psikologu Philip Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiş. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri izledi. Bronx'taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. "Demek ki" diyordu Zimbardo, "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz."
Şimdi niye o banka öyle oturduğumu anladım. Ve benim olmayan suça nasıl da kolayca katılabildiğime, hatta onu çoğalttığıma şaşırmadım. Ayrıca benden önceki suçların hepsinin hesabının bana sorulmuş olması da gerekiyormuş.
"Kırık Cam Teorisi"nin takipçileri bakın ne diyor: "Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım."
Bunları niye mi anlattım? Kalbimizde ucundan kıyısından kırılmış camlar taşıyoruz sürekli... Ruhumuzun başköşelerine ilk başta önemsiz gözüken, laf etmeye değmez çöpler bırakıyoruz her gün. Küçük küçük günahlar, minik minik hatalar camı kırık araba gibi diğerlerini de camları kırmaya, kapıları çerçeveleri indirmeye teşvik ediyor. Pişmanlığımızı fırsat bilip ortadan kaldıracak kadar ciddiye almadığımız "çöpler"imiz, sürçmelerimiz, kötülüklerimiz, ayıplarımız, kokuşmuş çöp dağlarına, kötülük yığınlarına kapı aralıyor. "Böyle gelmişse, böyle gider" diye kendi kendimizi ağır veballer altında ezdirdikçe ezdiriyoruz.
Kırık camın oradaki varlığı, diğer camların da kırılabileceğine dair bir haklılık üretir içimizde. Çöpün bizden önce oraya atılmış olması, oraya çöp atmanın bir alışkanlık olduğunu söyler bize. Çok geçmeden biz de o alışkanlığa alışır, alışık olunanı yapmakta haklı görürüz kendimizi. Cam ilk kırıldığında hafife alırsak, ağırlaşır cam kırıkları. Çöp ilk atıldığında umursamazsak, umursamazlığımız bir çöp dağını besler.
Tam da "hafife almakla" açılan, "umursamazlıkla" genişleyen bir "yol(suzluk)"u tarif eden sûre'nin (Mutaffifîn) berceste ayetinin konusudur "cam kırıkları teorisi": "Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalplerini paslandırdı." (Mutaffifîn, 83/14).
Bir de aynı ayeti yorumlayan Efendimizin[asm] küçümseyerek/hafife alarak ilerlediğimiz yol(suzluk)u tarif edişine kulak verelim: "İnsan bir günah işler ve onu tevbe ile silmezse, kalbinde bir leke olarak kalır. Eğer tevbe ederse kalbi yine parlar. İkinci bir günah işlediğinde ise o leke büyür. Ve kalb günah işleye işleye öyle bir kararır ki, bütün kalbi ele geçirir."
Bu yüzden galiba... "Günah insanı kâfir yapmaz ama ama istiğfarsızlık küfre götürebilir" imasında bulunur Said Nursî. "Her günahta küfre giden bir yol var"sa, ilk "cam kırığını" onarmamaktandır bu. Masum görünen her hata, her günaha yaklaşış, bir büyük günaha doğru sürüklüyorsa bizi, ilk atılan çöpü kaldırmamaktandır bu.
Özür dilemeye değmez gördüğümüz küçücük bir cam kırığı, bizi özür dileyemez bir kırıklığa mahkum ediyor.
Değil mi?
Senai Demirci
|
Genç hanım kızlarımız günün birinde birbirlerine hayır dua ediyorlarmış bir mecliste.
Biri diğerine demiş ki;“Allah sana hayırlı, seni cennete götürecek bir eş nasip etsin inşallah.”
Diğeri: “Niye öyle diyorsun cennete farklı farklı yollardan gidiş var, bu dünyada Allah sana sabredilesi bir eş verir belki mükafat olarak cenneti layık görür, yani o eş de seni cennete götürmüş olur. Onun yerine şöyle duâ edelim:
”Allah bize el ele tutuşup cennete gidebileceğimiz eşler nasip etsin inşallah.” demiş.
Hepsi de “amin” demiş.
Ve aşk evliliğin elinden tutmuş biiznillah da eşleri cennete götürmüş :)
…S.Demirci- Ve Aşk Evliliğin Elinden Tuttu…
|
Yandım Gül Oldum
Ben kalbimi dünyanın dert duvarları arasında ezdirdim
Çok özledim sonsuz genişliğini secdelerin
Ben ruhumu zehir parmaklıklar ardında tutuklu bıraktım
Öyle çok susadım ki ilk tekbirin;dudağımdan içtiğim serinliğe
Ben bencilliğin dehlizlerinde ümitsizce
dolandım...dolandım...dolandım...
Öyle çok hasretim ki bir rukün kavsinde
Belimi kıran ayrılıkları göğe savurmaya
Ben ellerine cilveli kelepçeleri vurulmuş bir zavallıyım
Çok isterdim bir kıyamın kıyametinde
İçimdeki bütün kuşları dağlara uçurmayı
Ayaklarımı dar zamanların prangalarına kaptırdım ben
Öyle hasretim ki yalnız ve yalnız sana kul olmaya
Cümle dilenciliklerden kurtulmayı
Öyle hasretim ki göğsümde sakladığım kanadı kırık serçeleri
Rahmetinin yuvasına uçurmaya
Öyle çok hasretim ki yalnız ve yalnız sana muhtaç olmaya
İçimde saklı sancılı incileri rahmetinin kıyılarına savurmaya
ahdettim
Mülteci ellerimin ayazında ölmüş kelebekleri
Kudsi levhanın dokunuşuna emanet etmeye geldim
Ben gururun mahkumuyum...
Ben gerçeğin kaçkınıyım...
Ben günahın tutsağıyım...
Ben isyan çöllerinin çorağına sürgün bir yetimim
Sevindir beni,sevdir,sevindir,sev,sevdiğini bildir...
Hüzünlerimi bir secdenin billur sularında erit ne olur
Ne olur korkularımı rahmetinin kucağında teskin eyle Sen
Ben sahte uzaklıkların sürgünüyüm...
Ben içine kalbimi sığdıramadığım dar vakitlerin küskünüyüm...
Öyle özledim ki seccademin alnımdan öpüşlerini...öyle özledim...
İşte huzuruna geldim ...
Şöyle başımı sokacak bir umudum olsun istedim
İstedim ki yüzünden menekşeler toplayacağım sonsuz ovalarım olsun
İstedim ki koşup koşabildiğim kadar
İçimde sakladığım bütün uçurtmaları rüzgarlara verebileyim
Ben sonsuz derinlikte uykuların yitiğiyim
Ben unutuş uçurumların dibinde unutulmuş bir cesedim
Ben benlik ve bencillik yabancılıklarında
Evine yol bulamayan bir yitirmişim
Çok özledim En Sevgilinin en çok sevdiği yerde durmayı
Öyle hasretim ki öyle muhtaçım ki
En Sevgilinin en çok sevildiği halde olmaya
Geldim...Huzuruna vardım...Geçtim kendimden...Kendime geçtim
Deldim benlik dağını...Yolda kaldı ferhat...Şirinin ben oldum
Yandı her yanım...İbrahimin oldum...Gül oldum...
Çöle verdim leylayı;aklı mecnuna sattım
Mecnun oldum yakınlığına geldim
Tüm uzaklıkları uzaklara savurdum keremini gördüm
Vazgeçtim aslıdan,gölgeden çıktım,aslına geldim...vaslına geldim...
Yandım KUL oldum...Yandım KÜL oldum...Yandım GÜL oldum...
Durdum namaza;Miracına geldim,niyazına durdum
Nazla beni ne olur...
En Sevgilinin durduğu eşikte durdum
Miracına geldim...Miracına geldim
Nazarında tut ne olur
Bakışınla sar beni,el üstünde tut,bırakma ellerimi...Bırakma...
Senai Demirci
|
|
Pek tatlı bir nezaket cümlemiz vardır. Birisinin yanında bir başkasını övüyorsanız, "Senden iyi olmasın!" dersiniz! Sadık Şanlı kardeşimin o incelik dolu anlatısını okuduğumdan beri bu iltifata itiraz ediyorum:
"...kapının zili çaldı. Karşımda uzun zamandır görmediğim bir dostum. Selamlaşıp, kucaklaştık. Çay eşliğinde uzun bir sohbet için salona geçtik. Nasıl geçtiğini anlayamadığımız üç koca saatin ardından misafirim 'Geç oldu, bana müsaade' diyerek noktayı koydu ve kalktı. Ona eşlik ettim. Sokağın başına vardığımızda 'Şimdi ayrılık vakti. Ben gidiyorum, ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah' diyerek elini uzattı. Kucaklaşırken, dostumun ettiği duaya alışkanlıkla 'amin' dedim. Eve dönerken, arkadaşımın veda sözleri takıldı aklıma. Düşündüm, düşündükçe ürperdim. Bu bir dua idi. İlk kez duyduğum yaman bir dua. Gayri ihtiyari birkaç kez tekrarladım. Sıcacık duygularla doldum. Bir şey tarafından kuşatılmıştım. Bütün benliğimi dolduran güzel bir şey.
Ertesi gün ilk işim arkadaşımı telefonla aramak oldu. Nedir, nereden duydun diye sordum. Bu özlü duadan çok etkilendiğimi anlayan dostum, 'Hz. İsa Aleyhisselam'ın, Peygamber Efendimizin (asm) geleceğini müjdelediği sözmüş bu' dedi. Ne güzel dua imiş! 'Tuttum bu duayı' dedim. Güldü ve 'o halde hiç bırakma.'
Ben gidiyorum, ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah."
İsâ'ya (as) ve O'nun müjdelediği En İyi'ye (asm) hürmeten: Kalktığım koltuğa benden iyisi otursun. Sustuğum anda benden iyisi konuşmaya başlasın. Olmadığım odaları benden iyiler doldursn. Yetişemediğim yerlere benden iyiler yetişsin....
"Senden iyi olmasın!" diyen dostlarımın bu duasına, İsa Aleyhisselâmın duasına "amin" deme hatırına "amin" diyemeyeceğimi söylüyorum. Şaka yollu, "Bana beddua ediyorsun galiba!" diyorum. "Ya benden iyiler olmasa, ne ederim ben bu dünyada? Kim beni şaştığında uyaracak? Kim beni hüzne düştüğümde teselli edecek ki... Sonra peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları imtihanları hatırlıyorum. O toplulukta o peygamberden iyisi yoktu! Ama nasıl acılar çekti? Ne dayanılmaz sıkıntılara göğüs gerdi?
"Benden iyi(ler) olsun elbette.. Bende peygamber yalnızlığına sabredecek iyilik yok ki!"
"Senai Demirci"
|
Çok hoş bir fotoğraf reddetme gerekçesi duymuştum. National Geographic dergisinin fotoğrafçısı diyor ki sabah resimlerinde istenilen bir süre var ki o saatin ne bir dakika öncesi ne de bir dakika sonrası kabul edilmiyor.. O sürenin dakikası bile çok özel. Hadi bir bakalım belki güzel bir şey yakalamışsındır bile denmiyor. Bakmaya bile değmiyor. İlla ki sabahın en istisnai anı, bilinen en özel dakikası isteniyor.
Hani diyorum aynen yakalayamadığım ışıklarımdan sabah namazım ne çok oldu.İstenilen vakti yakalayıp o anda O'na dua edebilmek, nasıl bir fotoğraf olurdu diyorum. Eğer o anı gösteren bir makinem olsaydı, Rabbimin istediği vakit namazlarımın düştüğü ışıkların içindeki duanın eşsiz görüntüsünü görmek isterdim. Her namaz vaktinin, ışığının yeryüzüne düştügü her beş vakit benzersiz, aynı güneş ama nefes alan bir sabah var, nefes alan öğlen, ikindi, akşam, yatsı... Her biri eşsiz bir dua olan namazın objektifinde şimdi...Ben de objektif de namazın bakışları içindeyim her vakit.. Sonsuzluk içine şahit olarak düşecek, istisnai ışıkların nefesinde bir vaktin fotoğrafıyım..
Arzu İpek
|
Parmak uçlarını görüyorsun önce. Gördüğünden habersizsin. Görür olduğunu bilmiyorsun. Sadece görüyorsun. Görür ve görünür halde buluyorsun kendini. "Önce" gördüğünü bile bilmeden görüyorsun. "Sonra"lardan haberin yok... İlk hareketin oldukça basit ve sessiz: Başparmağını işaret parmağına değdiriyorsun. Dokunma duyusuyla tanışmak üzeresin. İlk kez dokunuyorsun. Parmak uçlarında buluyorsun varlığını. Parmağının parmağına değmesi için kalbinin tıkır tıkır çalıştırıldığını bilmiyorsun henüz. Farkında değilsin ama parmak ucun dokunabilsin diye, parmak ucun dokunulabilir olsun diye kılcal damarlarında adlarını ezberleyemeyeceğin, sayılarını hesap edemeyeceğin, gözünle göremeyeceğin, hızlarına yetişemeyeceğin kan hücreleri dolaşıyor. Parmağının parmağına değmesine izin veriliyor. İzin verildiğinin bile farkında değilsin. Harekete niyetlenir niyetlenmez alıyorsun izni. Hiç bekletilmiyorsun eşikte. Dilediğini dilediğince yapıyorsun. Parmağın parmağına bitişiveriyor hemen. Sayısız kere ve sancısız. Zahmetsizce ve hiç bedelsiz. Adını bilmediğin eklemlerin hiç itirazsız söz dinliyor. Hiç görmediğin incecik kasların teninin altında kasılıp gevşiyor. Parmağını parmağına bitiştiriyorsun sinirlerinden geçen sayısız ve sessiz, hızlı ve hikmetli mesajlar sayesinde. Şaşırman gerektiği halde şaşırmıyorsun. Olsun. Şaşırmamana da şaşırmalı. Nasılsa her şey bildik ve tanıdık geliyor sana. İki parmağının devamında alışık olduğun avucunu buluyorsun. Her zamanki avuçların. Hem sağda hem solda. Avuçlarından geriye doğru uzanıyor kolun. Hem sağdan hem soldan. Gövdeni buluyorsun omuz başlarının altında. İnip kalkıyor göğsün. Nefes alıp verdiğini fark ediyorsun. Ayakuçlarına kadar uzanıyor gövden. Ağırlığını ilk defa tartıyorsun tabanlarında. Üzerine bastığın toprağı fark ediyorsun birden. Az sonra öğreneceksin ki, kocaman bir dünya dolduruyor toprak zeminin altını. Sen yürüyesin diye taşları pişiren ateşler yakılıyor dünyanın göğsünde. Sen ne üşümeyesin ve kavrulmayasın diye belli bir uzaklıkta tutuluyor yer küresi. Farkında değilsin henüz. Farkında olsan da, unutmaya hazırsın hemencecik. Yollar buluyorsun ayaklarının önünde. Senden önce hazırlanmış, senden önce yürünmüş yollar. Patika. Asfalt. Uzun. Kısa. Dar. Geniş. Yürüyebiliyorsun. Hiç ummamıştın bu kadarını. Adımlarına eşlik ediyor çiçekler, kelebekler, kuşlar, kokular. Sürpriz gölgelerle karşılaşıyorsun yol üstünde. Kaldırıp başını ağaçlarla tanışıyorsun. Önüne uzatıyorlar dallarını. Kulağına hışırtılarını dokunduruyorlar. Serinlik okşuyor yüzünü. Meltem dokunuşunu hiç beklemiyordun. Esintiyle ferahlamayı zevklerin arasında bilmezdin. Bu da varmış meğer! Rüzgâr değiyor alnına. Az ötede denizi buluyorsun. Mavi. Sessiz. Derin. Martı çığlıkları. Dalga çağıltıları. Köpük köpük sevinçler. Maviden yeni bir maviye açılıyor gözlerin. Gökler uzanıyor ufkun ötesinde. Ak bulutlar. Yağmurdan haberin yok daha. Yağabilecek yağmurları beklemenin lezzeti mutluluk envanterinde yerini almamış henüz. Saçlarını ıslatacak, yanağını okşayacak çiselerin sevinci bekliyor seni. Sağanak yağmur şıpırtıları, rüzgârda yaprak hışırtıları, yağmur sonrası toprak kokuları, böğürtlen tadı, yeşillikler içinde yaban çileği bulmalar henüz menüde görünmüyorlar. Seni bekliyorlar. Güneşi buluyorsun ötelerde. Ardında sürpriz olarak yıldızları sakladığını henüz bilmiyorsun. Hiç beklemiyordun buncasını. Güneş bile yeterdi sana.
İki parmağının arasına dönüyorsun tekrar. İzinle bitiştirdiğin parmakların arasında bir kâğıt parçası buluyorsun. Bir gazete okuduğunu fark ediyorsun birden. Bir makale. Senin için yazılmış. Sen seni hatırlayasın diye beyaz sayfalar üzerine döşenmiş kara mürekkep lekelerine değdiğini görüyorsun göz bebeklerinin. Hep bildiğin gibi. Hep alıştığın gibi. Hiç olağanüstü bilmediğin bir işte buluyorsun kendini. Okuyorsun. Hatırlıyorsun. Unuttuğunu hatırlıyorsun şimdi.O muzlarının üzerinde bir baş taşıdığını. Görebildiğini. Göz kapaklarını açar açmaz renklerin, biçimlerin, tonların, sevdik tanıdık yüzlerin kolayca görünür kılındığını fark ediyorsun. Onların da sana görünür olması için kalplerinin çalıştırıldığını, kan damarlarında sayısız hücrenin, hesaba gelmez hızlarda koşturulduğunu hatırlıyorsun. İzinle görüyor gözlerin. İzinle görünüyor gözbebeklerinin sevincinde kendini bulduğun sevdiklerin. Yüzünün onlar için sevimli tanıdık kılındığını yeniden fark ediyorsun. Yüzünün hiç kimseye benzemeyecek kadar biricik olduğunu hemen şimdi hatırlıyorsun. Var edenin sana yüzünün her kıvrımında, parmak uçlarındaki izlerde "bi'tanemsin" dediğini şimdi anlıyorsun.
Bir yazı okuyorsun. Okuyabilir olduğunu fark ediyorsun. Okuyabilir olmana hayret ediyorsun. Anlayabilecek biri olmak yoktu hesaplarında. Anlıyorsun. Şaşırıyorsun. Varlığına, insan kılındığına, akıl sahibi edildiğine, iman edebildiğine hayret ediyorsun.
İzinle bitiştirdiğin işaret ve başparmaklarının arasındaki bu incecik kâğıt parçasına muhatap edilmek için yıllarca hazırlandığını fark ediyorsun. Şimdi aziz bir misafir olarak ağırlandığını, zamanın başköşesinde şerefli bir varlık olarak el üstünde tutulduğunu anlıyorsun. Daha da heyecanlanıyorsun. Kalbinin atışlarını hissediyorsun. Yaşatıldığını fark ediyorsun. Seni konuşur eyleyene, seni görür eyleyene, seni işitir eyleyene, seni anlayabilir eyleyene, seni yokluktan çıkarıp şu anın tadını fark ettirene sonsuz minnetini, sınırsız teşekkürünü yine O'nun öğrettiğince söylüyorsun: "Elhamdülillah..."
Şimdi usulca kapa gözlerini. Göz kapaklarının pürüzsüz ve sessiz perdesi iniyor ışıkla arana. Uykunun tatlı okyanusuna dalıyorsun. Bırakıyorsun bedenini. Kalbini unutuyorsun. Kalbini unuttuğunu unutuyorsun. Kalbini unuttuğunu bile unutmaya razısın. Nefes alıp verdiğini hissetmiyorsun bile. "Elhamdülillah" demeni bile unutturacak kadar nezaketle veriyor verdiğini Rabbin. Hissettirmeden veriyor. Verdiğini fark ettirmeden verecek kadar cömertçe sunuyor. Ya her defasında ölümlerden döndüğünü bilecek kadar yüreğin ağzında bekleseydin bir sonraki nefesini! Ya yoğun bakımda "sağlık durumu ciddi" denilecek tehlikelere düşebileceğini hissederek geçirseydin her gecenin uykusunu!.. Ya derin bir nefes alıp "Elhamdülillah!" dedirtecek denli felaketlerden kurtarıldığını hissetseydin, ne ederdin? Elhamdülillah demeyi unutabildiğin için de Elhamdülillah, değil mi?
Senai Demirci
|
Aslında suçum çok eskilere dayanıyor. 1975 yılıydı; ilk kez "hoca" ve daha sonra da "hacı" olacak babam bindi Reno'ya... Hatırlıyorum da, Samsun-Trabzon yolunda, canım Reno'nun gözünün yaşına bakmadan "namaz molası" verirdik. O da bizi, Allah bilir içi yanarak beklerdi. Ne etsin zavallı; taksitle maksitle parasını vermişiz bir kere! Sus dedik sustu! Git dedik gitti. Fabrikasından doğduğuna pişman etmişiz meğer Renault 12'mizi! Dahası da var: İçinde Kur'ân bile okunurdu o Reno'nun... Hatta başortülü annem, babaannem de fabrika yetkililerinden habersiz defalarca oturdular Reno 12'ye... Kapıdan hiç çevrilmedi başörtülüler. Çevirince anahtarını ister istemez açıyordu gariban!
Yenilere gelelim. Yaklaşık son 3 yıl boyunca Renault Megane'la yol aldım. En azından sabah namazına götürme zulmü yapmadım ona. Evimizin yanındaki camiye Reno'suz da yürüyebiliyordum. Ama sık sık cuma namazına götürdüm; cami önüne park ettim! Başörtülü eşim de içinde olmak üzere, defalarca o Kutlu Doğum Programı senin, bu Namaz Paneli benim koşturdum Reno'mu... Dehşetle hatırlıyorum; içinde başörtülü eşim Kur'ân'dan ayetler falan okurdu, hiç durmaksızın dualar mırıldanırdı! Bir keresinde bagajına namaza dair CD'ler, kitaplar falan yüklemiştim. "Yeter artık!" bile diyemedi talihsiz. İnan olsun, CD çalarından saatlerce Kur'ân dinlediğim oldu; tık etmezdi!
Hazır elimi yüzüme almışken son bir itirafta daha bulunayım: Renault Megane'ıma olabildiğince abdestli otururdum. Ah asıl suçumu söylemedim daha: Bir kaç defa hacı karşılamak için havaalanına götürdüm, hatta hacı olarak havaalanından Renault'larla alınanları gördüm. Ve biliyor musunuz ben de hacıyım!
Reno'ma ne mi oldu? Küstü gitti! Şimdi yaya kaldım! Minibüslere talim ediyorum! İBB'nin "şeriatçı" başkanının adamlarının hazırladığı Akbil'le idare ediyorum!
Bir bildiği varmış meğer:
27 Şubat 2010 günü, Bursa'da Oyak-Renault fabrikasında, bir işçi, eşi, annesi ve babasıyla birlikte kooperatife alışverişe gitmek isteyecekmiş. Kapıdaki görevliler çalışan işçi ile başı açık eşini içeri alacaklar. Ancak başörtülü annesi ile babasının girmesine izin vermeyeceklermiş. Yaşlı çifti yağmur altında bekçi kulübesinin önünde bekleten görevliler, talimatın yönetimden geldiğini bildireceklermiş. Aynı işçi, insan kaynakları biriminden gönderilen elektronik posta ile ikinci şoku yaşayacakmış. Çalışanların eşleri ile yakınlarının hafta sonlarında alışveriş için kooperatife girmesinin yasaklandığının altı çizilen e-posta'da, üstü kapalı işten atma tehdidinde de bulunulacakmış!
Küsüp gitmekte haklıymış koskoca Megane... Az bile yapmış! Oh olsun bana!
Bence bundan sonra, bütün başörtülüler, namaz kılanlar, hacılar ve hocalar Renault'ya bindiğine utanmalı.. Hem de çok utanmalı... Bu mesaj, citizen tarafından, 28.03.2010 02:12:34 itibariyle düzenlenmiştir.
|
Ben, Renault'un bu ilginç! tutumuna çok basit bulduğum ama bir o kadar da sevdiğim bir espiriyle yorum yapmak istiyorum:
Arkadaşlar arabalar namaz kılar mı?
Ortak cevap : Hayırrrr,arabalar namaz kılar mı hiççç
El cevap: "Ama Reno Clio"
|
Tesettür önce erkeklere farzdır: Nur suresi'nde önce "mümin erkeklere", sonra "mümin kadınlara" hitap edilir. Sûrenin 30. ayeti, "Mümin erkeklere söyle..." diye başlar, 31. ayeti ise "mümin kadınlara söyle..." diye başlar. Erkeklerin tesettürü ile kadınların tesettürü arasında bir ayetlik öncelik farkı var demek ki... Tesettür önce bakışla ilgilenir, bakılan şeyle değil: Nûr suresinde "mümin erkeklere de mümin kadınlara da öncelikle "bakışlarını haramdan kısma"ları söylenir. "Mü'min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar..." "Mümin kadınlara söyle gözlerini sakınsınlar..." Tesettür sadece başını örtmek değildir: Nûr suresinde başörtüsü sorumluluğu olmayan erkeklere de, başörtüsü sorumluluğu olan kadınlara da "ırzlarını korumaları" söylenir ki, ırzı korumak başı açık erkeklere de başı kapalı kadınlara da farzdır, başını kapatmış olsa da kadınlar ırzını korumuyor olabilir, başını ört(e)mese de kadınlar ırzını koruyor olabilir. Başının açıklığı dert edilmeyen bir erkek de "ırzını korumayarak" tesettürsüzlük yapabilir. Tesettür önce iman etmektir: Nûr sûresinde "iman eden" erkeklere ve "iman eden" kadınlara tesettür emredilir. Örtmek anlamına gelen "tesettür", görmesini Allah'ın görmesine açık, sözünü Allah'ın işitmesine açık, niyetini Allah'ın bilmesine açık bilmektir ki bilinçli bir kapalılığı besler. Yine örtmek anlamına gelen "küfür" de, kendini Allah'tan gizlediğini sanmaktır ki sorumsuz bir açık saçıklığı doğurur.
|
harika bir yazı ve sesli metin.
teşekkür ederim
emeğinize sağlık
|
|
|