Görüntülenme: 44753

İncinme ;İncinsen Bile Sen İncitme ...

“Hiç kimseye hor bakma ,verdiğin sözleri ya da söylediğin sözleri unutma,İncitme, gönül yıkma!”

Kulunun Kalbini Kıran RABBİ(C.C)'ni Karşısına Alır.

İnsan, yaratılmışlar arasında, Cenab-ı HAKK(C.C)`ın halifesi olmaya, O`nun güzel isimlerini ve ulvî sıfatlarını tastamam yansıtma potansiyeline sahip, kainatın fihristi mahiyetinde, başka canlılardan pek çok farklı derinliklerle donatılmış biricik varlık; kalb de insanın manevî donanımında müstesna bir konum ve özel bir misyona sahip çok önemli bir rûhânî varlıktır. ALLAH(C.C) Rasûlü Aleyhissalâtü Vesselâm, “ALLAH(C.C) sizin kalblerinize bakar, sûretlerinize değil” buyurarak, onun bir ‘nazargâh-ı ilahî` olduğunu işaret buyurur. Bu Hadis-i Şerif`ten anlaşılmaktadır ki, CENABI ALLAH(C.C)`ın insanla muamelesi kalbine göre cereyan etmektedir.

Kalb, Gönül ve Cân Demektir; Aynı zamanda çok narin ,alıngan ve kırılgandır .

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, başkalarını incitmeyi, onların kalblerini kırıp, gönüllerini yıkmayı bir alışkanlık haline getirmiş insanlar ALLAH (CC.) kainata serpiştirdiği rahmet, merhamet ve şefkatten hissesini alamamış nasipsiz insanlardır. Böyleleri aynı zamanda insan olmanın en önemli yanlarından birini teşkîl eden his ve duygudan mahrum hissiz kimselerdir ve islami ahlak içerisinde çok mühim bir yeri olan nezâket, güleryüzlülük ve kem söz söylememe, kem bakışta bulunmama gibi lütuflardan mahrumdurlar. Evet, kalb kırmak tek kelimeyle kaba bir tavırdır ve kabalık sadece, bedevîlere yaraşır.

ALLAH(C.C)kullarının gönüllerini incitenlerin -bilmeyerek bile olsa- Yaradanı

yani ALLAH (C.C) karşılarına alacaklarına işaret buyurmuştur ki, buda oldukça derin ve anlamlıdır..


“Hiç kimseye hor bakma
İncitme, gönül yıkma!”

“Lutfî miskinlere merhamet eyle
Hizmet eyle cândan hürmetle söyle
Amandır incitme neylersen eyle
Uyûbun muhâsib müsetter eyler”

Kalb ALLAH(C.C)`ın Evidir ...

Selam ve dua ile

Baykuşlar ve Nuşirevan
2009/03/27 14:25
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! 7,7 (2 oy)

Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan, bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar.

Baykuşların o nağmeleri Nuşirevan'ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:
-İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kimbilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.

Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:
-Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız, bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi.

Nuşirevan, hayretle:
-Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi.

Vezir:
-Sultanım affınıza sığınarak arzediyorum. Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor. İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi.

Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil, öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mâmur ve müreffeh olmuştu. Nerede o şuurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?

Yanıt: Baykuşlar ve Nuşirevan
2009/03/27 17:00
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! (0 oy)

Çok anlamlı gerçekten...Teşekkürler

SENİN İSTİFA ETTİRDİĞİNİ BİZ DE İSTİFA ETTİRDİK

 

            Mehmed Akif’in yaşadığı şöyle bir hadise nakledilir: “Mehmed Akif sabah namazı için Ayasofya Camii’ne gider. Camiye oldukça erken gitmiştir. Orada durmadan gözyaşı döken ve dua ederek yalvarıp yakaran birini görür. Ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı hadise ile karşılaşır. Daha da erken gitmeye başlar, fakat netice değişmez. Adam aynı yerde oturmakta ve sessiz sesiz ağlamaktadır.

           Dayanamaz Akif, adama sokularak: “Dostum, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümidini kesme. Zira kâfir kavimden başka kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.”  der. Adamın konuşmaya mecali yoktur. Eliyle “ Başımdan git, beni meşgul etme” der gibi işaret eder. Fakat Akif kararlıdır. Bu adamı bu kadar ağlatan nedir? İşte bunu öğrenmek istemektedir. Ayrılmaz ve ısrarla niçin ağladığını sorar.

           Adam başından geçen ve kendini bunca yıl ağlatan hadiseyi şöyle anlatır: “Ben ordu mensubuydum. Abdulhamid Han zamanında binbaşıydım. Bir gün babamın ölüm haberini aldım. Babam servet sahibi bir insandı. Bağları, bahçeleri vardı. O vefat edince bütün bu mallara benim sahip çıkmam gerekiyordu. Ordudan ayrılıp işlerimin başına dönmeye karar verdim. Durumu anlatan bir dilekçeyi Mabeyne , (saray) müracaat ettim ve istifa etmek istediğimi söyledim. Birkaç gün sonra dilekçeme cevap geldi: “İstifan kabul edilmemiştir.”.Bunun üzerine ikinci bir dilekçeyle Sadarete başvurdum. Oradan da aynı cevabı aldım.

        Başka yol kalmadığı için doğrudan hünkâra durumumu anlatan bir mektup yazdım ve istifa talebimi tekrarladım. Oradan da gelen cevap aynı oldu. İstifam hünkârca da kabul edilmemişti. Bizzat görüşme talebinde bulundum, kabul buyurdular. Vicahi (yüz yüze) olarak durumumu tekrar ettim. Hiç cevap vermediler ve bir müddet sessiz durdular. Ben ısrar edince:”Peki istifanı kabul ettik” dediler. Elinin tersiyle de, gidebilirsin, işaretini verdiler. İstifamı istemeyerek ve benim ısrarım üzerine kabul ettiği jest ve mimiklerine kadar her şeyi ile belli oluyordu. Huzurdan çıktım. Artık serbesttim. Malımın mülkümün başına gidebilecektim.O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Allah Resulü (s.a.s),ordumuzu teftiş ediyordu. Etrafında Raşid Halife Efendilerimiz vardı. Bir adım geride de Abdülhamid Han Hazretleri el pençe, edep içinde divan duruyordu. Bölük bölük, tabur tabur askerler geldi geçti ve Allah Resulü onları memnun, yüz aydınlığı içinde teftiş ettiler. Bir aralık dağınık bir tabur geçmeye başladı. Başlarında kumandanları yoktu. Biraz dikkat edince taburumu tanıdım. Darmadağınık geçiyorlardı. Efendimiz mübarek yüzlerini Abdülhamid'e döndü. Abdülhamid başını eğmiş olduğu halde, “Ya Resulullah, ısrarla istifasını istedi. Neticede de istifa etti.” Cevabını verdi. Allah Resulü (s.a.s) elinin tersiyle “Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.” dediler. Dünyam başıma yıkılmıştı ve işte o gün bugün böyleyim. Şimdi, söyle bana, ben ağlamayayım da kimler ağlasın?”…

oyy..ağlaması boşa degilmiş adamcagızın..tüylerim diken diken oldu yau..

İbretli Bir Hatıra
2009/04/10 23:11
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! 6,7 (2 oy)

 

İbretli Bir Hatıra

1964 senesinde Hacı Musa Güngör Efendi ile beraber hacca gitmiştik. Dönüşte Kudüs-ü Şerif’i ziyaret etmek için bir otobüse bindik. Medrese tahsili yaptıklarını sonradan öğrendiğim üç Arap talebe de gelip aynı otobüse bindiler ve selâm vermeden karşımızdaki koltuklara oturdular. Onlara hal hatır sordum. Fakat onlar bize hiç iltifat etmedikleri gibi, yüzümüze dahi bakmıyorlardı. Bu tavırlarının sebebini sorduğumda içlerinden biri: “Siz Kur’an-ı Kerimi ve medreseleri kaldırmışsınız.” dedi. Ben de, “Türkiye’nin her ilinde, her ilçesinde ve hatta birçok köyünde Kur’an kursları olduğunu, buralarda Kur’an’ı Kerim öğretildiğini, ayrıca Arabî ilimlerin de tahsil edildiğini söyledim” ve “Eğer isterseniz arkadaşım size Kur’andan bir bölüm okusun?” dedim. Hacı Musa Efendi Kur’an’an yarım sayfa kadar okuyunca, hayret edip, mahcup oldular.

Bu defa, içlerinden biri; “Siz senelerce bizi sömürmüşsünüz.” dedi.

Ben , “Bir adamın borcu varsa, evladı onu ödemeye mecburdur. Söyleyin bakalım! Bizim dedelerimiz sizin neyinizi sömürmüş, varsa bir borcumuz ödeyelim.” deyince sustular. Israrla, “Dedelerimiz sizin neyinizi gasp etmişler?” diye sordum; fakat soruma bir türlü cevap vermediler; suskun kalmayı tercih ettiler.

Konuşmama şöyle devam ettim:
Yahu sizin neyiniz vardı da Osmanlılar sizi sömürdüler!? O zamanlar bir deveniz, bir de hurmanız vardı. Osmanlılar senelerce sizi besleyip, himaye ettiler. Malınıza, arazinize, lisanınıza ve örfünüze müdahale etmediler. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye yardım için, sürre alayları gönderdiler; zengin ve hamiyetli birçok insan da bu devlet yardımına iştirak ettiler. Mescid-i Saadeti Osmanlılar yaptılar, fethettikleri yerlere bayraklarını diktikleri halde, Mekke ve Medine’ye dikmediler. Yine fethettikleri eyaletlerden vergi aldıkları halde Hicazdan almadılar. Sultan Abdulhamit Cidde’ye kadar demiryolu döşetti. Ayrıca Yahudiler, Osmanlının sıkıntılı döneminde, sizin topraklarınızı almak için tonlarca İngiliz altını teklif ettikleri halde, Abdülhamit bu teklifi reddetti. Fakat maalesef daha sonra, Filistin’deki Müslümanlar, topraklarını Yahudilere satarak İsrail devletinin kurulmasına vesile oldular.

Ne zaman ki Cenab-ı Hak size yeraltından petrol gibi siyah bir altın hazinesi bahşedip sizi zengin etti ise, o zaman bize sırt çevirip kapılarınızı İngiliz milletine açtınız. Bunları sizin bilmeniz lazım değil mi? dedim ve şöyle devam ettim:

Cenab-ı Hak "Mümin müminin kardeşidir" buyuruyor. Bu emre göre bizler sizlerle ebediyen kardeşiz. Hepimiz İslam’ın mukaddes kalasının nöbettarlarıyız. Bu hal, inşallah, kıyamete kadar da devam edecektir. Bizler sizleri seviyoruz. Çünkü Kur’an’ı Kerim Arapçadır ve Peygamber Efendimiz de (asm) Araptır. Bu bakımdan Arapları sevmek, bizim için vicdanî bir vazifedir. Sizin de Abbasilerden sonra, İslamiyet’e büyük hizmetler eden Selçukluları ve Osmanlıları sevmeniz gerekir.

Selçuklular bir taraftan Haçlı seferleriyle 175 yıl mücadele ederken, bir yandan da çeşitli medrese, kervansaray ve mabetler yaptılar. Daha sonra, Allah-u Tealanın inayeti ile o vazifeyi Osmanlılar omuzlarına alıp 600 sene her yerde İslam’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yaptılar. Milliyetlerini İslamiyet’e kala ve siper ettiler.

Hacda Osmanlı hayranı bir Arap’la sohbetimizde bana şöyle demişti:

İslâmiyet her ne kadar Mekke ve Medine’de nazil oldu ise de onun dünyaya yayılmasını, layıkıyla, sizin ecdadınız yaptı.
Peygamber Efendimizin (asm) “Elbette İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel asker.” müjdesine mazhar oldular. Bütün bunlar tarihçe sabittir.

İman, İslamiyet ve insaniyet, güneş kadar parlak ve dağ gibi kuvvetli zincirlerdir ve birbirimize muhabbet etmemizi gerektirir. Muhabbetin bu gibi ulvi sebepleri ortada iken, çakıl taşları hükmünde olan bazı kusurlara takılıp kalmak, bu manevi bağları hafife almaktır.

Bu sözlerim hoşlarına gitti ve tebessüm ettiler. Sohbetimiz epeyce devam etti. Bu esnada onlara şu ibretli hadiseyi de anlattım:
1620 yılında papazlar, Yahudiler ve birçok batılı fikir ve siyaset adamları bir araya gelerek şöyle bir karar almışlar. “Bizim Osmanlı’ları cepheden savaşarak mağlup etmemiz mümkün değildir; onları içlerinden vurup parçalamamız gerekiyor. Bunun için ne gerekiyorsa yapmamız lazım.”

Bu konuda, birçok fikir ortaya atıldı. Uzun süren tartışmalar sonunda Osmanlıları parçalamak ve içlerinde tefrika çıkarmanın en mühim sebebi olarak “ırkçılığı” tespit ettiler. Ayrıca, onların içinde çeşitli okullar açmanın ve orda yetişen gençleri kendi lehlerinde kullanmanın da etkili olacağı üzerinde ittifak ettiler.(Osmanlı döneminde açılan ruhban okulu ve Robert Koleji bu fikrin ürünüdür.)

Nitekim atılan bu tohumlar, 19.yüzyılın sonlarında menfi tesirini göstermiştir. Mesela; 1884 de Protestanların açtığı okul sayısı; Elazığ’da 83, Diyarbakır’da 22, Erzurum’da 24, Bitlis’te 22 dir. 1904 de Ortadoğu’da 6000 misyoner okulu açılmıştır. Birinci dünya savaşı öncesi Osmanlı topraklarında 500 Katolik Fransız Okulu, 675 Amerikan okulu, 178 de İngiliz okulu bulunuyordu.

Bunun üzerine Türk kavmiyetçiliğini körüklemeyi bir Yahudi deruhde etmiş ve bu alanda birçok çalışmalar yapmıştır. 1841-1900 yıllarında yaşamış olan bir Fransız Yahudisi David- Leon Cahun, yazdığı bir çok çocuk romanında sürekli Türk ırkını methedip, Arapları kötülemiştir

Kürt kökenli ve dindar bir aileden olan Diyarbakırlı Ziya Gökalp da önceleri Kürtçe bir “Alfabe” yazmış; fakat onun akıl hocası Durhkeim, “Etki tepkiyi doğurur” diyerek, Türkçülükle ilgili çalışmalar yapmasını telkin etmiştir Ziya Gökalp’a Türkçülüğü ilk defa telkin eden, Yahudi dönmesi ve asıl adı Moiz Kohen olan Tekin Alp’tir. Bunlardan etkilenen Ziya Gökalp Türkçülükle ilgili çalışmalar yapmış ve “Türkçülüğün Esasları” adlı bir kitap yazmıştır.

Türkçülüğü teşvik edip hararetle savunanların Yahudi dönmesi Ahmet Vefik Paşa, Çerkez asıllı Ömer Seyfettin, Leh asıllı Mustafa Celaleddin Paşa ve Afgan asıllı Cemaleddin Afgani gibi kimselerin Türk olmayıp, mason ve başka milletlerden olmaları, bu çalışmaların Türklerin lehine değil, Müslümanları birbirine düşürmek için büyük bir oyun olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri bu tehlikeye dikkat çekerek şöyle demiştir:

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.” Mektubat s,322

Arap ırkçılığını da Güstave Le Bon adında bir Fransız deruhte etti. Daha sonra bu adam Arap Medeniyeti isimli bir kitap yazdı. Kitabında Arap milletinin çok zeki, misafirperver ve hamiyetperver olduğuna dair birçok güzel ifadelerle onları medih ve sena ediyor, İslâm’ın getirdiği bütün faziletleri de Arap ırkına bağlıyor ve kitabın sonunda şöyle diyordu:

“Fakat neden böyle zeki bir millet, dünyada layık oldukları seviyeye gelemediler, çünkü Osmanlılar onların ilerlemesine engel olmuşlardır.”
Yazar, sırf bu cümleyi söylemek için bu kitabı telif etmiştir. Daha sonra bu kitap, Arapçaya çevrilmiş ve Araplarda Osmanlı düşmanlığının uyanmasında büyük rol oynamıştır.

Maalesef, bu İslâm düşmanları Türkten fazla Türkçü, Araptan fazla Arapçı kesilerek ırkçılık propagandalarında başarıya ulaştılar. Böylece Arapları Osmanlıdan ayırdıkları gibi, dinleri, dilleri ve ırkları bir olan Araplar arasında da bölgecilik ve kabilecilik tohumlarını ektiler, onları da parça parça edip, bir araya gelmelerini engellediler.

Gençlerle konuşmamı şu cümlelerle tamamladım:
Âlem-i İslam’ın düşmanı çoktur. Su uyur düşman uyumaz Onun için çok dikkatli ve uyanık olmamız lazımdır. Bugün dünyada 1.5 milyar Müslüman varken, uhuvvet-i İslamiyenin ehemmiyetini yeterince anlamadığımızdan dolayı mahkum ve mazlum durumundayız.

İslâm âleminde birlik ve beraberliği sağlamanın yegâne çaresi: Müslümanlar arasında muhabbeti tesis etmek, maddî ve manevî terakki için azami gayret göstermektir. “İttifakta kuvvet, ittihadda hayat, uhuvvette saadet vardır.” diyen Bediüzzaman Hazretlerinin, İslâm aleminin birlik ve beraberliği hakkındaki şu tespitine kulak verelim:

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. ” (Mektubat s,323)

O Arap talebelerle konuşmamızın üzerinden nerede ise yarım asır geçti. Bugün Irak, Lübnan ve Filistin’de yaşanan zulümler karşısında dünyanın, İslam ülkelerinin ve özellikle Arap aleminin sessiz kalmaları o günkü konuşmalarımızı teyit etmektedir. Fakat ne hikmetse Arap aleminin bir kısmı ve özellikle onları idare edenler hâlâ uyanmadılar. Bu gün birçok Arap ülkesinin milyarlarca doları Amerikan bankalarındadır ve bu bankaların yüzde ellisinin Musevilerin elinde olduğu bilinmektedir. Yahudiler Arapların parası ile silahlanıp, onları vuruyorlar.

İsrail’in her fırsatta komşularına saldırması şu soruyu sıkça hatıra getiriyor:

Yanı başlarındaki Yahudiler yıllarca durmadan silahlanırken, Araplar neyi beklediler? Allah’ın kendilerine vermiş olduğu bu zenginliği nerelerde harcadılar? Neden düşünmediler ki, Yahudiler bu silahları, Amerika, İngiltere, veya Almanya’ya karşı kullanacak değillerdi? Bu silahlar komşu Arap ülkelerini vurmak için hazırlanıyordu.

Yahudiler yıllardan beri Filistinlilere zulmediyorlar. Kadın, çoluk çocuk ve yaşlı demeden katledip, durmadan başlarına bomba yağdırıyorlar. Buna karşılık Filistinliler ancak taş ve sopalarla onlara karşılık verme durumunda kalıyorlar.

Cenab-ı Hak, bir ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır: “Karşıtlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın!” (Enfal Suresi 60.ayet) Bu ayet bütün ehl-i imana hitap etmektedir. Düşmana karşı zamanın icabına göre kuvvet hazırlamak gerekir. Evet, onların şerrini def etmek ve saldırılarını önlemek için yeteri kadar kuvvet toplamak bütün Müslümanlar üzerine vaciptir. Zamanın icabına göre silah icat etmek İslam’ın mühim bir emridir. Bu hal sadece belli bir zamana mahsus olmayıp, kıyamete kadar geçerlidir. Aksi halde namus ve izzetimizi, vatan ve milletimizi koruyup muhafaza edemez, perişan oluruz. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) minberde bu ayetin tefsirini yaparken şöyle buyurmuştur: Ey Ashabım! Dikkat edin! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.”

Atmak, sadece ok atmak anlamında değil, zamanın gerektirdiği silahı atmak ve kullanmak demektir. Başka bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmaktadır: “Bir ok sebebiyle elbette üç kimse cennete girer. Kâfirleri mağlup etmek niyetiyle ok yapan, onu düşmana atan ve o okların atılmasına yardımcı olan kimse.”

Bugün Filistinliler davalarında haklıdırlar ancak, güçleri olmadığından söz sahibi olamıyor ve haklarını da koruyamıyorlar. Bu zilletten kurtulmanın çaresi, iman ve aklın gereği olan birlik ve beraberliği esas alıp, Cenab-ı Hakk’ın “kuvvet hazırlayın” emrini yerine getirmektir. Kur’an’ın bu emrine uymayan Müslümanlar, şefkat ve merhametten yoksun, canavarlaşmış bir avuç Yahudiye mağlup olmaktadır. Başka bir ifadeyle kâfirin attığı bomba, Müslümanın attığı taşa galip gelmektedir. Eğer bu durum böyle devam ederse, söz hep kuvvetlinin olmaya devam edecek ve Müslümanlar da buna boyun eğmeye mecbur kalacaklardır. Haklı oldukları halde, kuvvet hazırlamadıklarından söz sahibi olmayacaklar, hakları hep ellerinden alınacak ve mazlum durumuna düşüp feryat etmeye devam edeceklerdir.

Bediüzzaman Hazretleri: “Madem el hakku ya’lu haktır. Neden kafir Müslime, kuvvet hakka galiptir.” sorusuna verdiği müstesna cevabın bir bölümünde şöyle buyurur: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.” Buna göre, düşmana galip gelmemiz için, kuvveti elimizde bulundurmamız lazımdır. Biz zayıf düşersek ve kuvvet düşmanın elinde olursa, düşmanın bu kuvvet ile bize galip gelmesi kaçınılmazdır.
Artık uyanmanın vakti geldi ve geçiyor. Müslümanların ve petrol ağalarının, zevk ve sefayı bir tarafa bırakıp, İslam âlemiyle birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri gerekir. Aksi halde, bu yangın Filistin’e Lübnan’a münhasır kalmaz, bütün İslâm alemini tehdit edecek boyutlara ulaşabilir.

Tarihin şehadetiyle sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra güçlenerek istiklallerini elde edebilmiş, düşmanlarına galip gelebilmişlerdir. Fakat ahlâksızlığa, sefahete, zulme ve adaletsizliğe mağlup olan bir milletin kendini toparlaması ve güçlenmesi mümkün olmamıştır, olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden silmiştir.

Bunun misalleri çoktur. Roma, Endülüs ve Pers imparatorluğu bunlardan sadece birkaçıdır. Mesela; Romalılarda faziletin bütün güzellikleri inkişaf etmiş; gerek idareciler arasında gerek ahalisi arasında muhabbet tesis edilmişti. Onlar sefahattan ve ahlaksızlıktan son derece sakınır ve faziletli yaşamayı bir şeref sayarlardı. Hanımları ve gençleri son derece iffetli idi. Ancak, İskender Yunanistan’ı fethedince, onlardaki ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye başladı. O güzel ahlâk ve faziletin yerine sefahat ve ahlaksızlık hâkim oldu. Aile hayatı bozuldu ve tefessüh etti. O olanca ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkıldı ve tarih sahnesinden silinip gitti. Ne kanunları ve ne de zenginlikleri onları yıkılmaktan kurtaramadı. 
Bu hatıra Mehmet Kırkıncı Hocamızın yazılarından alınmıştır
 
BEN RABBİMDEN HOŞNUDUM.....
2009/06/08 13:39
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! 7,4 (3 oy)

     Allah Rasülü (s.a.v.) ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Ebü Bekir de orada, bir kenara oturmuş sohbete kulak veriyordu. Üzerinde de yakasını dikenle bağlayıp bir araya getirdiği eski bir aba vardı.Bir zamanların Mekke'sindeki zengin tüccar Hz.Ebü Bekir (r.a.) fakr u zaruretten üzerine giyecek elbise bulumıyordu. Ancak bu imkansızlık değil, imkanını imkanı olmayanlara  adamanın neticesiydi ve ALLAH katında bunun ayrı bir değeri vardı.

     Derken Cibril-i Emin nüzul etti ve Rasullullah'a, ALLAH'ın selamını ilettikten sonra, Ebü Bekir'e yönelerek O'na şunları sordu;

     Ya Rasulullah! Ebü Bekir'in üzerindeki, yakaları dikenle birbirine tutturulmuş aba da ne?

     Bildiğini biliyordu ama belli ki, verilecek cevaba bina edilecek hükümler vardı. Cevap verdi ALLAH Rasulu (s.a.v.) 

     Ya Cibril! Bu adam Mekke'nin fethinden önce bütün malını benim yolumda feda edip harcadı.

     Cibril'de aradığı zemini bulmuş ve vazifesini yerine getirme fırsatı yakalamıştı.Şu müjdeli haberi paylaştı O'nunla;

     CENAB-I MEVLA tarafından kendisine selam söyle ve ALLAH'ın şöyle sorduğunu söyle ona; Ebü Bekir, bu fakir hali ile Ben'den memnun mudur, değil midir.

     Böyle bir fazilet tescilinde Hz.Ebü Bekir gibi birisi ne yapabilirdi? Gözleri ceyhuna dönmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.Rabbinden kendisine selam gelen ve içinde bulunduğu halden memnun olup olmadığı sorulan Hz.Ebü Bekir, cevap bekleyen yüzlere zorlukla şunları söyleyebildi.

     Ben Rabbimdem nasıl razı olmam, O'na nasıl darılırım.Ben Rabbimden hoşnudum.......ben Rabbimben hoşnudum.

Sağolasın tiger. İnsanın gözlerini buğulandıran çok güzel bir kıssa. O dönemin sıddıkına Rabbinden Cibril  (as) ile gelen ne anlamlı vazife.

Ahir zaman insanları içinse inşallah Rabbimizin bizden hoşnut olacağı ameller işlememiz duasıyla....

 

 

Hz.Musa'yı ısıran karınca...
2009/07/01 14:46
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! 7,7 (2 oy)

 

Hz. Musa a.s., köy köy, şehir şehir dolaşıp; insanlara Allah'ın dinini öğretirken, bir gün yolu Allah'ın, ceza olarak bütün halkını yaktığı bir köye düştü ve:

"Ey Rabbim" dedi. "Bu köyde yaşayanlar arasında çocuklar, günahsız, suçsuzz kimseler ve hayvanlar da vardı. Sadece suçluları ve günahkarları cezalandırabilecekken, böyle yapmayıp tüm köyü cezalandırmışsın. senin şefkatin ve acıman sınırsıdır ve sen tüm canlılara bu şefkatinle davranırın. Sen işlerini de bizim aklımıızn eremediği yüksek bilginle yaparsın. Buna olan inancım tamdır. Fakat ben merak ettim; günahkarlarla beraber masum insanları niçin yaktın?" diyerek,fazla oyalanmadan, yoluna devam etti.

Bir müddet sonra hem bir şeyler yemek, hem de yol yorgunluğunu biraz olsun üzerinden atmakbir ağacın altına oturdu. Ağacın az ötesinde büyük bir karınca yuvası vardı. Karıncalar harıl harıl çalışıyordu. Bu karıncalarda bir tanesi gelip dinlenmekte olan Hz.Musa aleyhisselamı ısırdı. Musa a.s karıncaya öfkelendi Yerdeki kurumuş odunlardan birini ateşle tutuşturdu, geldi, tüm karınca yuvasını ateşe verdi. Tüm karıncalar yanarak öldü. Musa a.s bildiren dini hükümler arasında karınca yakmak günah değildi.

Bunun üzerin Allah (c.c) şöyle seslendi:

"Ey Musa! Seni sadece bir tek karınca ısırmışken, sen bütün karınca yuvasını ateşe mi verdin. Bir karınca yüzünden koca karınca ülkesini her ana hamde eden, beni en güzel sözlerle öven bir toplumu yakıp yok ettin, öyle mi?"

Hz.Musa a.s. gerek kendi gördüğü karşısında söyledikleri, gerek yaptığı karşısında Cenab-ı Hakk'ın seslenişinden öğrenmiş oldu ki;

Suçlularla beraber olanlar, kendileri suçsuz olsalar dahi aynı cezaya uğrarlar. Ancak Allah c.c. hesap gününde onları birbirinden ayırır, her birine hak ettiği karşılığı fazlasıyla verir.


Bizler de kötü insanlarla beraber olmamalı, onların yaşadıkları yerlerde bulunmamalıyız. Bulunmak zorunda kalırsak onları uygun bir lisan ile uyarmalı, oradan bir an önce uzaklaşmaya bakmalıyız.

 

...
Muhyiddin Arabî bir dağa çıkıp:

-Sizin taptıklarınız benim ayağımın altındadır!

 diye bağırmaya başladı. Bu söz üzerine zamanın uleması Muhyiddin Arabi'nin (HAŞA)(Allah benim ayağımın altındadır) dediğine hükmederek küfrüne kail oldular ve idamına hükmettiler. Kabrini bile belli bir yere değil bir dağa yaptılar. Fakat Muhyiddin Arabî Hazretleri bir sözünde:

- İza dehalessini ilâşşın, zahara kabr-i Muhyiddin (Sin şına girdiği zaman Muhiddin'in kabri ve muradı anlaşılır) demişti.

Aradan asırlar geçti. Yavuz Sultan Selim Han Şam'ı fethetti. Orada bu hadiseyi duyup Muhyiddin Arabi'nin kabrinin nerede olduğunu sordu. Kimse Muhyiddin-i Arabi'nin kabrinin nerede olduğunu bilmiyordu.

Dağda koyun otlatmakta olan çobanlara kadar Muhyiddin Arabi'nin kabrinin nerede olduğunu soruyor fakat kimseden mutmain bir cevap alamıyordu. Sadece çobanın bir tanesi:

— Efendim dedi, ben kabrin nerede olduğunu bilmiyorum. Fakat şurada bir yer var ki, oradan ne koyunların birisi bir ot yer ne de oraya bir hayvan basar. Oranın otları kendi halinde büyür ve zamanı gelince de kurur gider, dedi.

Bunun üzerine Sultan Selim, oranın Muhyiddin Arabi'nin kabri olduğuna karar verip kazdırdı. Baktılar ki, cesedleri olduğu gibi duruyor. Oraya muhteşem bir türbe yaptırdı. Sonra O'nun niçin İdam edildiğini sordu.

Oradakiler:

— Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır, dediği için idam edildiğini söylediler.

Bu defa; Sultan Selim Han, bu sözü nerede söylediğini araştırıp orayı da buldu. Orayı kazmalarını emretti. Kazdıklarında oradan bir küp altının çıktığını gördüler. Yavuz Sultan Selim şöyle söyledi:

- Hazreti Peygamberimiz, 'Dininiz paranız, kıbleniz kadınlarınız' buyurmadı mı? İşte Muhyiddini Arabî de buna dayanarak, taptığınız ayağımın altında demekle, benim ayağımın altında altın var demek istemiş ama, o zaman bunu kimse anlayamamış ve Muhiddin'i haksız yere idam etmişler, buyurdu.

Böylece Muhyiddin Arabi'nin iki kerameti birden zuhur etmiş oluyordu; biri paranın yerini bildirmesi, biri de Yavuz'un gelip hadiseyi aydınlığa kavuşturması...

 

 Bizler Hz. Fatıma dediğimiz zaman, hemen aklımıza, hanımlar âleminin sultanlarından biri olan, Ehl-i Beyt ağacının kökü, Efendimiz’in (sav) “can parçası” dediği o biricik kızı, Hz. Ali’nin hanımı, cennet gençleri Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in anneleri olan Hz. Fatıma validemiz gelir. Ama biz bu yazımızda, Efendimiz’in (sav) hayatında az yada çok yeri olan 3 Fatıma’yı daha hatırlatıp, kutlu Nebi’nin yüreğinde sevgi beslediği bu Fatımaları kısacık da olsa tanıtmaya çalışacağız.

  1. Fatıma binti Amr: Efendimiz’in (sav) babası Abdullah’ın annesi, yani kutlu Nebi’nin babaannesidir. Annesi Amine’nin vefatı üzerine dedesi Abdulmuttalib, O’nu himayesi altına almış ve elinden geldiği kadar bu küçük yavruya sahip çıkmıştı. Kureyş’in efendisi ve bir yönü ile lideri sayılan Abdulmuttalib, gerek Fil hadisesinde Ebrehe’nin karşısındaki duruşu ile gerek kaybolan Zemzem kuyusunun bulunması olayında, gerekse bu olay üzerine Allah’a 10 oğul sahibi olunca birini kurban olarak keseceği sözü vermesi ve bu sözü yerine getirme çabası ile tarihe geçen büyük bir şahsiyettir. Belâzuri’nin bize verdiği bilgiyi esas alırsak Abdulmuttalib, 6 hanım ile evlilik yapmış, bu evliliklerden de 13 erkek, 6 kız çocuğu sahibi olmuştu. Bu 6 hanımdan ikisi Efendimiz (sav) için çok önemlidir; işte bunlardan birisi babaannesi olan Fatıma validemizdir. Fatıma validemiz Abdulmuttalib’e, 4’ü erkek, 5’i kız tam 9 çocuk doğurmuştur. Sırası ile isimleri şöyledir: Zübeyr, Ebû Talib, Abdullah, Abdulkabe, Beyza, Âtike, Berre, Ümeyme ve Ervâ’dır. Abdulmuttalib’in, Efendimiz (sav) için önemli olan diğer hanımı ise,Hamza, Mukavvim, Hacl ve Safiye validemizin annesi olan Hâle binti Üheyb’dir.  Hale validemiz, Efendimiz’in annesi Amine validemizin öz amcasının kızıdır; yani bu yönüyle Hz. Hamza ile Efendimiz (sav) birbirlerinin teyze çocuklarıdır. Birde buna sütkardeşliklerini de eklersek aralarındaki yakınlığı daha iyi anlamış oluruz. İşte Allah Resulü’nün (sav) hayatındaki ilk Fatıma, babaannesi olan bu Fatıma’dır. Efendimiz’in (sav) onunla beraber yaşayıp yaşamadığını tam olarak bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki, 2 yıl dede Abdulmuttalib’in yanında kaldığı dönem zarfında dedesinden ninesi hakkında birçok şeyi dinlemiş, görmemiş olsa bile babaannesini bu bilgiler ışığında tanımıştır. 

    Fatıma’nın kelime anlamına gelince bu isim fatm’dan gelir. Sözlüklerimiz bu köke en temel anlamı ile sütten kesilen bebek manasını verirler. Biz bu anlamı şöyle anlasak acaba hatamı işlemiş oluruz. Fatıma; sütü terk etmeli onun yerine vahyi emmeliydi. Çünkü o, vahyin nazlı bir kızı, Kur’an’ın şanlı bir gelini olacaktı.

  2. Fatıma binti Zâide:  Efendimiz’in hayatındaki 2. Fatıma, 25 yıl aynı yastığı paylaştığı hanımlar âleminin sultanı olan Hatice validemizin annesi olan Fatıma’dır. Anne Fatıma, yeryüzünün en asil ve şerefli damadı olan Efendimiz (sav) ile ne yazık ki görüşemeden vefat etmiştir. Ama Efendimiz (sav), hanımı Hatice’den dolayı onu kısmen de olsa tanımıştır. Kayınvalide olan Fatıma’nın hatıralarından biri Bedir’de yaşanmıştı. Bedir esirleri arasında olan Hz. Zeyneb’in eşi Ebu’l-Âs’a fidye olsun diye gönderilen gerdanlık, bir anda Efendimiz’i (sav) yıllar öncesine götürmüştü. Çünkü bu gerdanlığı Hatice validemizin babası Huveylid, bir doğum hediyesi olarak hanımı Fatıma’ya almış, anne Fatıma’da onu kızı Hatice’ye hediye etmişti. Hatice validemiz ise o gerdanlığı bir düğün hediyesi olarak kızı Zeyneb’e vermişti. Yine kayınvalide Fatıma’nın ismini biz o kutlu yuvanın son yavrularından biri olan Fatıma validemizin doğumunda görüyoruz. Fatıma validemiz doğduğu zaman Efendimiz çok sevinmiş, hanımı Hatice’yi tebrik etmişti. O anda Hatice validemiz şu duyguları içerisinden geçiriyordu: “Keşke, Efendim müsaade etse de, bu kıza annem Fatıma’nın ismini koysam.” Hatice validemiz bu duygular içerisindeyken, Efendimiz (sav) diyordu ki: “Ey Haticem! Bu yavrumuza annemin ismini koyalım.”Hatice validemiz bu söz karşısında biraz mahzun olacak ama hiçbir şey demeyecekti. Daha sonra Efendimiz (sav); “Annem dedimse, annemden sonra annem olan Ebu Talib’in hanımı Fatıma’yı kastettim” diyecekti. Bunun üzerine Hatice validemiz sevinecek; “Seninde annen, benimde annem olan Fatıma’nın ismi olsun” diyecek ve o yavruya Fatıma ismi verilecekti. İşte Efendimiz’in (sav) hayatındaki 2. Fatıma’nın hatırları da böyledir.    
  3. Fatıma binti Esed: Efendimiz’in hayatındaki 3. Fatıma, Ebu Talib’in hanımı, Akil, Cafer, Ali ve Ümmü Hani’nin annesi olan o büyük İslam hanımıdır. Efendimiz’e (sav) annelik etmiş, yıllarca öz evlatlarına göstermediği ilgiyi O’na göstermiştir. Bundan dolayı da Efendimiz (sav) onun için; “annemden sonra annem” demiştir. Hicretin 4. yılı Medine’de vefat ettiğinde, Efendimiz (sav) öyle üzülmüştür ki, kendi elleri ile kabre indirmiş, sırtındaki gömleği ona kefen etmiş, cenaze namazında yetmiş tekbir almıştır. Efendimiz’in (sav) Fatıma binti Esed’e gösterdiği bu ilgi sahabenin dikkatini çekmiş, bunun sebebini Efendimiz’e (sav) sorduklarında; “O, beni kendi öz çocuklarından ayırmadı. Onlara yedirmediğini bana yedirdi. Onlar giydirmediğini bana giydirdi” demiştir.
  4.  Fatıma binti Muhammed: Efendimiz’in hayatındaki 4. Fatıma, hayatı, imanı, duruşu, anneliği ve hanımlığı ile 1500 senedir kadın, erkek hepimize rehber olan o Sultanlar Sultanın kızıdır. Onun hakkında o kadar çok şey söylenebilir ki, ama biz sadece Sözün Sultanı’nın lisanından bir söz aktarmakla yetineceğiz. Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Allah hanımlar alemi içerisinden 4 hanımı, diğer tüm hanımlara üstün kıldı. Bunlar, Firavun’un hanımı Asiye, İsa’nın annesi Meryem, Huveylid’in kızı Hatice ve Muhammed’in kızı Fatıma’dır.”                                                 Muhammed Emin Yıldırım
Bu mesaj, citizen tarafından, 03.07.2009 02:49:26 itibariyle düzenlenmiştir.
NASIL SABAHLADIN?
2009/07/04 2:49
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! 4,7 (2 oy)

 Efendimiz (sav) kurmuş olduğu nebevî medresede cihanın en bahtiyar talebeleri olan Sahabe neslini, çok farklı yöntemler kullanarak yetiştirmişti. O yöntemlerden biri de, sahabeye sorular sorarak hem onlara söz hakkı vermesi, hem de diğer sahabeye ve tabiî ki bizlere örnek olabilecek cevapların ortaya çıkmasına vesile olmasıdır. Bugün iletişim dilinde etkin dinleme denen bu yöntemi, en büyük iletişim muallimi olan Efendimiz (sav) 1500 sene öncesinde uyguluyordu.
Muhasebe ayı olan Ramazan’ı da dikkate alarak, Efendimiz’in bu uygulamalarına örnek olabilecek bir hadiseye dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Allah Resulü’nün, sahabeye en fazla sorduğu sorulardan bir tanesi “Nasıl Sabahladın?” sorusuydu. Çünkü O (sav) çok iyi biliyordu ki; “Gecesini ihya edenler, ancak gündüzlerini inşa edebilirler.” Hal böyle olduğu içinde gecenin ihyasının önemini, Efendimiz (sav) sahabeye çok iyi belletmek istiyordu. Bu vesile ile de özellikle sabah namazında cemaate döndüğünde, önünde duran o kutlu topluluğun içerisinden bazılarını seçer ve onlara nasıl sabahladıklarını sorardı.
İşte bir gün böyle bir sorunun muhatabı sahabenin ilim kalelerinden biri olan, Mu’âz bin Cebel olmuştu. Efendimiz; “Ey Mu’âz! Bu gece nasıl sabahladın?” diye sormuştu. Mu’âz bu soruya şöyle bir cevap vermişti: “Ey Allah’ın Resulü! Allah’a hamdolsun O’na iman etmiş olarak sabahladım.” Bunun üzerine Efendimiz; “Ey Mu'âz! Her sözün bir delili olması lazımdır. Senin bu sözünün doğruluğuna delilin nedir?” Mu’âz dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Ben, geceden gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci adımımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini de bilirim. Bütün insanlar mahşer meydanında toplanacaklardır. Onlardan kimisi peygamberi ile beraberdir. Kimisi de, kimi sevip takip etmişse onunla beraber olacaktır. Ben ise, her an cehennemdeki insanların azaplarını ve cennetteki insanların nimetlerini görüyor gibiyim.” Mu’âz konuştukça, Efendimiz’in mübarek yüzündeki tebessümler artıyordu. En sonunda Efendimiz dedi ki: “Ey Mu'âz! Sakın bu halinden geri durma ve hep bu hal üzere sabahla.”

Efendimiz (sav) bir gün yine aynı soruyu ileride Bedrin ilk şehitlerinden biri olacak, Enes bin Malik’in halası Rubeyyi binti Nadr’ın oğlu Haris bin Süraka’ya soracaktı. Haris Bedir’de şehadet şerbetini içtiği zaman sadece 18 yaşında idi, dolayısı ile Efendimiz bu soruyu Haris’e sorduğu zaman o, 17–18 yaşlarında gençliğinin zirvelerinde olan bir delikanlıydı. Yiğit bir ananın, yiğit bir oğlu olan Haris, Efendimiz’in; “Bu gece nasıl sabahladın?” sorusuna muhatap olunca, hiç düşünmeden şöyle cevap vermişti: “Ya Resulullah! Gerçek bir iman sahibi olarak sabahladım.” Tereddütsüz ve kendinden bu kadar emin bir cevap karşısında Efendimiz, Mu’âz’a dediği gibi; “Her iddianın bir hakikati olmalıdır. Senin imanın hakikati nedir?” diye sordu. Haris dedi ki: “Ya Resulullah! Gündüzümü oruçla, gecemi kıyamla geçirdim. Şu anda öyle bir ruh haleti içindeyim ki, Cennet ehlinin ve cehennem ehlinin birbirleri ile konuşmalarını duyuyor ve sanki Rabbimin arşını ellerimle tutar gibi oluyorum.”
Efendimiz (sav) böyle bir cevap karşısında oldukça etkilendi ve karşısında duran Haris’e dedi ki: “Sen öyle bir insansın ki, tepeden tırnağa iman kesilmişsin.” Haris o gün imanını Efendimiz’in (sav) lisanı ile tescil ettiriyor, böyle önemli bir müjdenin sahibi oluyordu.
Böyle bir imana sahip olan Haris, Bedrin ilk şehitlerinden biri de olacak, nicelerini kendine imrendirtecekti. Bedrin meydanında daha savaş başlamadan, askerlerin en arka safında su içmekte olan Haris, karşı taraftan Hibban bin Arikan’ın attığı bir okun hedefi olacak, elindeki suyun yerine, şehadetin şerbetini içecekti. Oğlu Haris’in savaş öncesi böyle bir hal üzere vefat ettiğini duyan anne Rubeyyi, Efendimiz’in yanına koşacak; “Ya Resulullah! Oğlum Haris savaş başlamadan öldürülmüş, şimdi onun hali ne olacak? Şimdi o şehit olarak cenneti hak edebilecek mi?” diye sorular soracaktı. Efendimiz diyecekti ki: “Ey Rubeyyi! Oğlun Haris tek bir cennette değil, Firdevs cennetlerindedir.” Elbette Haris’in o imanı, böyle bir netice ile sonuçlanacak, hayatı iman yolunda olanın, akıbeti böyle güzel olacaktı.
Sahabenin bu örnekliğinin ışığında, muhasebe ayı olan Ramazan vesilesi ile bir kez daha kendi nefislerimize dönsek ve Efendimiz’in (sav) “nasıl sabahladın?” sorusunun muhataplarından biri de biz olduğumuzu varsaysak; acaba söyleyecek söz bulabilir miydik?

Muhammed Emin Yıldırım

Bu mesaj, citizen tarafından, 04.07.2009 02:51:28 itibariyle düzenlenmiştir.

 

     Hz. Rabia(R.A.) Allah dostudur o. Sevgi denizinde her daim yüzendir o. O, bizim ufkumuzu aydınlatan hiç sönmeyen kandillerdendir. Her gün, yatma vakti geldiğinde, fakir kulübesinin bir köşesine serdiği hazır seccadesine yönelerek: “Allah’ım! Şu an, bütün sevenler, sevdiklerinin ağuşuna doğru gidiyor. Ben de sana geldim.” diyerek sabaha kadar, gecesini sevdiğine ibadetle geçirirdi… Sonra, bütün dünya debdebesinden, kirinden arınmış o madde fakiri, ama mana zengini kulübesinin bir köşesindeki bir hasıra kıvrılarak uyurdu.

     Birgün yine böyle olur. Sabaha doğru bir hırsız, usulca süzülür kulübeye. Fakat, büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Çalmak amaçlı girdiği kulübede, onun ilgisini çeken hiçbir şey yoktur. Çıkmaya karar verir, ama hırsızlığın şanındandır diyerek, hiçbir maddi değeri olmayan bulduğu şeyleri çuvalına doldurur ve kapıya yönelir. Fakat hayır! Kapı yoktur. Dört yanı duvardır. Oysa az önce bir kapıyı açarak girmiştir kulübeye. Ne yana dönse duvar.
Yönelecek, çıkacak küçücük bir delik bile yok… Hz. Rabia uyumaktadır. Hiçbir şeyden haberi yoktur. Ya da biz öyle sanıyoruzdur… Bir süre sonra bunun adi bir iş olmadığının farkına varır ve çuvalı sırtından bırakır. Çuvalı bırakır bırakmaz, biraz önce girdiği kapı beliriverir duvarda. Kapıyı görünce nefsi yeniden kabarır. Çuvalı yeniden sırtlayarak kapıya yönelir. Fakat heyhat karşısında yine kör bir duvar vardır. Bunun üzerine, büyük bir pişmanlıkla, tepeden tırnağa bir samimiyetle pişmanlık ve peşinden iman gelir. Kapı açılır, gözleri yaşlı, girdiğinden çok farklı bir mana kimliği ile kapıya yönelir. İşte o anda duvarlar dile gelir:
Seven uyuyor. Ama sevilen her daim ayakta…

Alıntıdır.

DİLİMİZ ve EKİP BİÇTİĞİ
2009/10/09 9:57
Bildir! Alıntı ile cevap yaz Oyla! (0 oy)

     Muaz b. Cebel(ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Rasulullah(sav) ile beraber bir seferde idim. Bir gün yakınında bulundum. Beraber yürürken:
     -Ya Rasulellah beni cennete koyan, cehennemden de uzaklaştıran bir amel bildir, dedim. Şöyle buyurdu:
     -Sen gerçekten büyük bir şeyden sordun. Ama bu Allah'ın kendisine kolaylaştırdığı kimseye mutlaka kolay gelir. Allah'a O'na ortak koşmadan kulluk edersin, namazı dosdoğru kılarsın, zekatı verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Kabe'i de haccedersin.
     Sonra şöyle buyurdu:" Sana hayır kapılarını göstereyim mi?" . Ben de: Evet Ya Rasulellah , dedim.
      Şöyle buyurdu:" Oruç zırhtır, sadata suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları söndürür. Kişinin gecenin ortasında kıldığı namazdır. " Sonra da şu ayeti okudu:" Yanları yataklardan uzak durur(az uyurlar), Rablerine ümit ve korku ile dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan harcarlar. " (Secde:16).

     Sonra şöyle buyurdu:" İşin başını, temel direğini, en üst noktasını bildireyim mi?" . Ben de:" Evet bildir, Ya Rasulullah" dedim.

     Şöyle buyurdu:" İşin başı İslam'dır, temel direği namaz, en üst noktası da Cihat'tır. 

     Sonra şöyle buyurdu:" Bunların hepsini tutanı bildireyim mi?" . Ben de:" Evet bildir Ya Rasulellah" dedim. Dilini işaret etti ve:" Şunu tutmandır" buyurdu. Ben dedim ki:" Ya Rasulellah biz konuştuklarımızdan sorguya çekilecekmiyiz" .

      Şöyle buyurdu:" Hay Allah hayrını versin, insanlar dillerinin ekip biçtiğinden başka yüzüstü cehenneme sürülürler mi?" . (Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace, Müsned).

Abonelik Bilgisi Abonelik
Kullanıcı Adı:
Parola:
Bilgi Hatırlatma Yeni Üyelik
İletişim | Kullanım Şartları | Reklam Bilgileri | Tüm Üyeler | Ne Nasıl Yapılır? | Arama | RSS | Twitter | Facebook | Youtube

Son Üyeler: Gakk, busbus, siyamiaytar, 1234123123123, Siyami,
Son Oturumlar: