Sözünde Durmak ve Hakikat-2
Sözünde Durmak ve Hakikat-2 (İçinde İnsan Olmayan Elbiselere Dönüşmemek)
Önceki yazıda hakikatin ebedi olduğunu, değişmeyeceğini; değişkenlik ve yeniliğin sonradan yaratılan varlıkla ilgili olduğunu söylemiştik. Varlığın özü (zübde-i âlem: microcosmos) olması itibariyle de insana ait bütün durum ve fiillerin bir şekilde hakikatle bağlantısı olduğunu ifade etmiştik. Bu bağlantının da bilgi ve üst bilgiye etki ettiğini ve nihayetinde en yüksek bilgi olan “marifet”ten nasipli olup olmama hâlinin Allah’ın Cemâl veya Celâl sıfatlarından hangisininin sonsuzluğunda bulunacağımızı belirlediğini, bu sebeple de meselenin lâyıkı veçhile önemsenmesi gerektiğini ifade ederek ruhumuzun derinliklerine yönelen sözler etmiş ve sorular sormuştuk:
“Herhangi bir durumda önemsenmesi gereken şey, aklımıza ve kalbimize ne olduğudur. Asıl önemli olan bize ne olduğudur. Aslında başımıza gelen şey nedir?” demiştik.
Evet. Bu sorular aynı zamanda yazımıza can veren sorulardır.
Asıl olana, aslı olana temas etme gayretindeyiz. Bu yüzden insanın her fiilinin, her durumunun önemli olduğunu söylüyoruz. Bu bağlamda söz vermenin ve sözünde durmanın da asl’a taalluk eden tarafıyla ilgileniyoruz. Kadim olandan süzülerek devam eden gelenekte “sözün namus kabul edildiği”ni hatırlayalım. Biz bu kabul ile , sözünde durmayanın namusla ve nomos’la sıhhatsiz bir ilişkide bulunduğunu, bu sebeple de adamlığından (âdemliğinden) eksilme yaşadığı için itibar kaybettiğini anlıyoruz.
Ana çerçeveye dönecek olursak, söz vermeyi ve sözünde durmayı “marifet”le doğrudan alakası sebebiyle önemsediğimiz açıkça anlaşılmalıdır. İşte bu yüzden söz vermeyi ve bundan daha ziyade sözünde durmayı –esasında bütün hâl ve hareketlerimizi- üzerinde kafa yorulması, iyice anlaşılması gereken önemli bir husus olarak görüyoruz. Çünkü –ileride yine değineceğimiz gibi- söz vermek insan olmakla; sözünde durmak ise insan kalmakla ilgilidir.
İmdi, söz vermenin bir insanlık hali olduğunun anlaşılması gerekir. Yani söz vermek suretiyle ortaya koyduğumuz eylem insan olmaklığımız dolayısıyladır. İnsan olarak hayatımızın herhangi bir ânında ve safhasına ister istemez taahhüt eder, taahhüt alırız, herhangi bir sebeple söz veririz. Söz vermeden, söz almadan sürdürülebilecek bir hayatı tahayyül edemiyoruz. -Gayb alemini dışarıda tutarsak- hayvanlar aleminde ve diğer alemlerde sözden, sözünde durmaktan bahsetmenin abesle iştigal olduğu ise izahtan varestedir. Dolayısıyla söz verme fiilinde insan türüne ait bir taraf bulunsa da sadece bu kadarıyla kalındığında bir kemâl’e yönelimden bahsetmek epeyce zor görünüyor. Çünkü öyle olsaydı, başka bir şeyle uğraşmaya gerek kalmaksızın, yerine getirmediğimiz ve getirme zahmetine girmeyeceğimiz binlerce söz ile kemale ulaşırdık.
Meseleyi daha anlatılır ve anlaşılır kılmanın bir gereği olarak konuyu sınıflandırarak muhakemeye devam edecek olursak:
Bütün söz vermelerimizin üç kategori halinde değerlendirilmesi mümkün gözüküyor:
1-Muhataba verilen sözler.
2-Kendimize verdiğimiz sözler.
3- Allah’a verdiğimiz sözler.
Bütün söz vermelerimizi bu şekilde üçe ircâ edebiliriz. Bunların haricinde tüzel kişiliklerle olan taahhütlerimiz de elbette birer söz vermedir. Fakat tüzel kişiliklere verdiğimiz sözler de nihayetinde ilk önermenin içerisine (sosyal içerikli) girdiğinden yukarıdaki sınıflandırmamızda bir değişme olmamaktadır.
İlk kategori için şunlar söylenebilir: Muhatabımıza (2. Şahıs) verdiğimiz söz nihayetinde içtimâi (sosyal) bir nitelik ve boyut arz eder. Dolayısıyla ahlaki ve sosyal vasıflarla, sosyal sâiklerle ve sonuçlarla çevrelenmiştir. Bir şeyin sosyal bir boyut taşıdığını söylediğimizde onunla ilgili bazı zorlayıcı dış unsurların da mevcut bulunduğunu zımnen ifade etmiş oluyoruz. Kendi dışımızdaki şahıslara verdiğimiz söz geciktiğinde yahut yerine getirilmediğinde ikaz edilme, ayıplanma, dışlanma, irtibatın kesilmesi gibi sosyal içerikli bazı yaptırımlarla karşı karşıya kalırız. İnsanız. Hayat ünsiyetlerle devam eder. Günlük hayatı meydana getiren unsurlarla ünsiyet (bağ) içerisinde kendi hayatımızı idame ettiririz. Bu bağ ve bağlantılarımızın zayıflamaması veya kopmaması insan olarak gözettiğimiz hususlardandır. Dolayısıyla 2. şahıslara verdiğimiz sözlerin yerine getirilmesinde ünsiyetlerimizin yani sosyal sâiklerin payının olması daima ihtimal dahilindedir. Yanlış anlaşılmasın. Bahsettiğimiz bu durumlar dışında kişinin -her ne olursa olsun- sırf sözünü yerine getirmek saikiyle hareket emesi mümkündür ve bunun örnekleri çok sayıda mevcuttur. Söylemek istediğimiz husus şudur: Sosyal boyutlu söz ve fiiller, sosyal gerekçe ve sâiklerle meydana gelme ihtimalinden tamamen âzâde olamazlar. Dolayısıyla sosyal içerik taşıyan fiillerde bilgilenme olsa bile bu bilginin kemâle ve marifet’e dönüşmesi kolay bir hadise değildir.
İkincisi ve üçüncüsü kategori ise tamamen özneldir. Yani kendimize veya Allah’a verdiğimiz sözler kendi benliğimizle ilgilidir. Bu sözler verilişi ve yerine getirilişi esnasında 2. ve 3. şahıslardan ve onların oluşturduğu çevre unsurlarının etkisinden bir anlamda uzaktır ve sırf hakikate doğru bir yönelme özelliği taşır.
Halil Cibran’ın dediği gibi kendimizi ve zamanımızı bölemeyeceğimize, her zaman ve zeminde bir bütün olarak yaşadığımıza göre yukarıdaki her kategorinin önemi bir diğerinden az değildir. Öyleyse kendimizle toplum, toplum ile kendimiz arasında hareket saikleri bakımından farklılığı giderecek marifet merkezli bir anlayışa ihtiyaç var.
Hülasa edersek: Söz vermek insani bir öz taşıdığımıza işaret eder. Sözünde durmak ise özün muhafaza edilmesine dair asli bir çabadır. İster sosyal içerikli olsun isterse olmasın, bütün söz verme ve sözünde durma eylemleri, Allah’ın her an gördüğü, işittiği idrakiyle hakikate yabancılaşmamayı ve insan kalmamızı ve temin edecektir. Değilse bütün eylemlerimiz “içinde insan olmayan elbiseler” haline dönüşmeyi hızlandırmaktan başka bir gayeye hizmet etmeyecektir.
M. Ali GARİP
m.ali.garip@hotmail.com
Yazarın Diğer Yazıları İçin:
http://www.yenisefer.com/haberdetay.asp?ID=227
Bu mesaj, buhuri tarafından, 04.01.2012 12:35:32 itibariyle düzenlenmiştir.